O, hep ardı bomboş insanları arayan bir âşık oldu. Red, belki de uzaklardan baktığımızda bahara en yakın kadın. Rüzgâr misali hayatınıza girişi ile önce gözlerine sonra sözlerine takılı kalacağınız tarzdan biri. Yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, sinirlendi mi önce dudakları sonra ise kaşları ile size dövmeye yeltenen bir sima. İçten içe korkacağınız ancak bir yandan da sevmek isteyeceğiniz, çokça biri işte. Övmek istediğinizde herkeste bulabileceğiniz nedenlerin birkaç tanesi de onda var. İlahlaştırmak istediğimiz kadar güçlenen insanlardan biri. Sakarlıkları ile vücudundan eksik olmayan çizikleri bugün de eşlik ediyor ona.
Kimisine göre aşk, baharın kimisine göre ise sonbaharın oyunu. Kış geçişlerin, yaz ise telafilerin süreci. Ana ekseni böyle kabul ediyoruz yargı dağıtmak üzere. Yalnız sakın ha bunları olgu olarak algılamayın. 14 Şubatları yok sayıyoruz. Bizim için olgular satılabilirdir. Henüz satıldığını fark etmediğimiz alanlar üzerinden an’ı yorumlamaya gayret ediyoruz. Bu oyunun içerisindeki birçok karakteri de kendi bağımsızlıkları içerisinde ele alacağız. Sevgili Red de bahar ve sonbahar ikilemini seviyor. İkisi de onun için çok anlamlı. Şu an baharını yaşadığını zannetse de o aşkını sonbaharda buldu. Bunu fark ettiğinden bu yana ise yalnızlığı içerisinde çaresizce debeleniyor. Bunu ilk fark eden ise Celal. Benliği hakkındaki sorgulamalar ile tüm çocukluğunu çeşitli buhranlar içinde geçirmiş birinin karşısındakine baktığında yaşadığı çelişkileri direkt olarak anlamasına şaşırmamak gerek.
Deli’nin izmaritlerden yaptığı çiçek şeklindeki anıtımızın hemen ötesinde barımızda akşama doğru yaklaşan bir vakitteyiz. Henüz insanlar yalnızlığı ile savaşmak için cepheye gelmemiş. Barımızda her zamanki hazırlığını yapan tanıdık bir sima var. Masamızda ise iki dost oturuyor. Red gülümseyerek baharın yaklaşmasını kutluyor sanki. Sol koluna yaptıracağı yeni dövmesini anlatırken bir yandan bardağını yudumluyor. Diğer yandan ise yaşayacağı baş ağrısını düşünmeden ardı ardına yeni bir sigara yakıyor. Tüm insanlık susmuş ve herkes onu dinlemek istiyormuşçasına anlatıyor. Oysa karşısında sadece Celal var. Dikkatle onu izliyor. Dövme yaptırabileceği bir boşluk var mı diye koluna bakarken bir yandan da gözlerine bakıyor. Dudaklarını ve kaşlarını hiddetle kullanabildiği kadar mutluluk içinde de sunabilen Red’i, gözleri süzülür bir vaziyette görüyor. Uzunca zamandır fark ettiği bu çelişkiye daha fazla katlanamayıp soruyor:
– Red!
– Efendim Celal?
– Birden saçma gelecek ama bütün bu anlattıklarının arkasında, acaba mutlu musun?
– Anlamadım, nasıl mutlu musun? Dinlemiyor musun, sana bir saattir heyecanımı ve yeni bir döneme geçiş yaptığımı anlatıyorum. Üzücü mü geldi bunlar?
– Yok o anlamda demedim. Dediklerin çok güzel. Ancak, dediklerin güzel. Sen iyi misin? Yani sen mutlu musun? Mutlu şeyler anlatıyorsun ama böyle nasıl deyim, sanki değilsin. Donuk bakıyorsun. Hatta bana kızma ama bir saattir bana değil kendine konuşuyorsun gibi. Bence kendini ikna edip gülümseyebilmek için sebepler türetiyorsun. Sürekli heyecanlı vurgular yapıyorsun. Benle konuşmuyorsun desem yeridir. Bir saattir susuyorum ve muhtemelen bir saat daha sussam yalnız hissetmeyeceksin. Anlatabildim mi bilmiyorum.
– Dediğini anladım ama ben mutluyum. Senle oturduğum için mutluyum. Bugün buraya heyecanımı pekiştirmek ve güzel bir gece geçirmek için geldim. Mutsuz olmak için neden de bulamıyorum. Neden sana böyle hissettirdim bilemedim. Düşününce hayatım oldukça iyi gidiyor. Kemal ile yıl dönümümüz de yaklaştı hatta, 4. yılımızı kutlayacağız.
– Kemal ile açık ilişkide değil miydiniz? Siz yıl dönümü mü kutluyorsunuz?
– Yani, evet. Sonuçta değer veriyorum ona, hayatımda vesaire. Hayat, bar sehpasının arkasındaki arkadaştan oluşmuyor. Benim hayatım gayet renkli.
– Sakin. Ondan oluşmuyor hayatın biliyorum. Sadece ilk defa duyunca sormuş bulundum. Eee neler yapacaksınız peki yıl dönümünde?
İşte yine başlıyor. Red, bu sefer daha dikkatli. Gözleri hareketli. Dudakları ve kaşları yumuşarken gözleriyle de sevdiklerini düşünüyor. Ki eşlik edebilsin bakışları. Aslında oldukça da alınıyor Celal’e bu muhabbet yüzünden. Kendisini toplamak ve motive etmek için bu kadar uğraşmışken birden aldığı mesafenin boşa gitmiş olması sinirini bozuyor. Her ne kadar tüm dertleri esnasında arayabileceği bir dost olsa da bu analiz eden zihnin eline düşmek çaresiz hissettiriyor. Çünkü genelde Celal, gizli noktayı yakalayıp kaçınılanı yeniden armağan ediyor. Dediklerini onayladığınızda da üzerine gidiyor. Aslında tüm iyi niyeti ile bir psikolog olmaya çabalıyor. Ancak anlamıyor ki insan sevdiklerinden bazen sadece onaylanmak istiyor. Hadi onaylanmak da demeyelim. Dinlenmek ve gidişatının bilinmesi diyelim. Düşüncelerim sadece bende de değil, başkalarında da artık diyebilmek. Yalnızlık hissinden sıyrılmak. Yalnızlık hissi… Evet, harbiden yeniden başlıyoruz. Red son bir yudum alıp doğruluyor:
– Ben gidiyorum Celal, bir yürümem lazım. Bu gece bensiz devam edin. Başka bir gece gelirim.
– E ama bi güle güle deseydin ona da…
Kimseye daha fazlasını hak tanımadan hızlı adımlarla çıkıyor mekândan. Sokaktan ziyade zihninde yürüdüğü için fark etmiyor ikinci adımı ile izmaritleri dağıttığını. Hızla sahile doğru yöneliyor. Galata’yı alttan arşınlayıp Galata Köprüsü’ne gitmek hedefi. Zihninde sürekli aynı kelime yankılanıyor. Yalnızlık. Yalnızlık. Yalnızlık. “Yoo mutluyum.” diyor ama yine de susturamıyoruz sesi, “Yalnızsın.”. Kendine ikna etmek için mantıklı bir döngü oluşturmaya çalışıyor. “Tüm insanlar yalnızdır ve bundan sıyrılmaya çalışır. Çoğalsan da, sevilsen de, sevsen de… Yalnız hissetmeye devam edeceksin. Ben kendimle olmayı seviyorum.” diyerek kendini motive etmeye çalışıyor. Havanın ıslak soğukluğuna odaklanmaya gayret ediyor. Akan burnunu silmeyip belki gıcıklanırım da oraya odaklanırım diye umutlanıyor. Ceketinin önünü açıyor. Rüzgâra dönüşüp kollarından gökyüzüne süzülmek ve bir bulut olup yeniden yeryüzüne inmek istiyor. Ardından bu düşünce midesini bulandırıyor. Yeniden yalnızlığa dönüyor. “Hayatımda insanlar var ve ben yalnız değilim. Kedimle değil, değer verdiğim insanlarla uyuyabiliyorum” diyor ve huzurlu uyuyabildiği geceleri zihninde canlandırmaya çalışıyor. Yine de sıyrılamıyor düşüncelerden. Zihni ona “Yine de iki geceden biri huzursuz geçmiyor mu?” diye soruyor. Derin bir nefes alıp duruyor olduğu yerde. Hak ettiğinden fazlasını verdiği insanlar yüzünden bu duruma düştüğü ve böyle düşüncelerle yaşadığı için gözleri doluyor. Çantasından çıkardığı sigarası ile yol kenarında bir köşe bulup duraklamaya karar veriyor. Ne oldu sana böyle Red? Hiçbir şey dokunamazdı sana. O güçlü duruşunun ve tiye aldığın dünyanın seni içeriden vurması nasıl mümkün olabiliyor? Sonbahar gecesi tezgâhta dünyaya gülen o kişi nerede şimdi?
Çöp bulamadığı için ucunu silkeledikten sonra izmaritini cebine koyuyor. Biliyor ki kendine bir an önce gelmeli. Gözyaşlarını siliyor. Kendisi ile mücadele etmekten vazgeçiyor. O an kararını veriyor. Uygun olan ilk zamanda hem ağlayacak hem de gittiği yere kadar bu düşüncelerin peşine düşecekti. Ancak bunu böyle sokakta yürürken yapmayacaktı. Çünkü sokaklar ona acısını hatırlatıyordu. Nasıl bir acımasızlık ki tüm sokaklar, sokak kavramın ta kendisi bir acıyı tetikleyebilirdi? Kararı netti. Bunu adabı ile yapacaktı. İstikametini ayrıldığı yere doğru değiştirdi. Bugün o barda planladığı gibi eğlenecek ve gülecekti. Ağlamasının zamanı vardı. Bunu zihninde planlayarak sakinleşti ve barın yolunu tuttu.
Hava biraz kararmış ve insanlar çoğalabilmek için savaşmaya gelmişti bile. İçerden yansıyan silüetler mekanın camından belirgin bir şekilde görülebiliyordu. Red, izmaritleri toplarken “Size çiçeklerinizi veremedim!” diye söylenen Deli’nin yanında geçti ve kaşlarını çatarak kendinden emin bir yüz ifadesi ile bara girdi. Bu gece önce başka biri ağlamalıydı.
Gölgelerin Fısıltısı
Duyusallardan önce gölgelerini duyabilmek adına yazılan bir yazı serisidir. Tamamen deneysel ve keyfidir. Bu seri, doğru ve yanlışın olmadığı sanatsal hazzın dünyasında kesinlikle nadirat olma amacı gütmemektedir.
1) An & Olgu
3) Deli
4) Red
5) Feda Kaidesi