“…
Sen sarı gülleri seversin
Sarı karanfilleri seversin
Sarı kasımpatılarını
Sarı bir dünyayı seversin
Ben sende olan bütün renkleri seviyorum
İşte tek farkımız bu
…”
-Ümit Yaşar Oğuzcan
Yaşadığımız çağdan neredeyse nefret ediyorum. Kokuşmuş insanlıklarımızı, bastırılan insaniyetlerimizi ve kategorize etmek için neredeyse her şeye belli sınırlar çizildiğini görmeye dayanmak çok zor geliyor. Her sabah uyanıp kendimi bunlara karşı uyuşturup tahammül seviyemi belli bir sınırın altında tutmak için çabalıyorum. Buna rağmen bazı çok özel konularda bile alışveriş yaparkenki “filtre”leme alışkanlığımızın yansımalarını görmek cidden mutluluk kırıcı. Bizler Y ve Z kuşağı olarak, görece birçok şeye erişimi veya en azından erişemediklerine dair bilgi sahibi olabilecek kuşaklar olarak konformist hayatlarımızı inşa etmeye toplum ve ailemiz ile el ele vererek çok erken yaşta başladık. Bireysel seçimlerin ve bireyselleşmenin yüceltildiği küresel sistemimizde her şeyin istediğimiz gibi olmasına alıştık, istediklerimiz olmadığında ise zaman geçirmeden bunları talepkâr bir şekilde isteyecek kadar cüretkârdık da. Cüret etmek en sevdiğim tavır alma kararlılığı örneklerinden olsa da bunun nerede kullanıldığı kritik önem taşımakta. Bu cüretkâr tutum iyi yanlarının yanında, günümüz toplumunda sürekli olarak tüketime aç ve nesnelere taparken taptığını değersizleştiren tutarsız bir güruh yarattı ne yazık ki. Bir şey satın alıyoruz, aldığımız şey “tam olarak” istediğimiz şey değil, ancak “şimdilik” idare eder. En fazla 2 hafta sonra yine “tam olarak” istediğimiz gibi olmayan ama kafamızdaki ideaya öncekinden daha yakın olan yeni bir model görüyor ve bu yeni satın almaya “ihtiyacımız olduğuna” kendimizi inandırıyoruz. Vicdanen yaptığımız nedenlemelerin zamanla kendi kendilerine çürütüleceklerini, yeni oyuncağımızın da kullanılmaya başlandıktan sonra yeni ihtiyaçlara kurban gideceğini biliyoruz ve bile bile…
Bu öyle kötü bir alışkanlık oldu ki hayatı bile teknolojiyle yaşar olduk. Bazen kendimi karşımda konuşan kişileri x2 hızda dinlemek isterken veya defterime yazı yazarken önerilen kısmını içsel olarak beklerken buluyorum. Ne korkunç… Sorun sadece yaşama şekillerimizle de alakalı değil, insanlara da bu şekilde yaklaşıyor olmamızda; en yakın arkadaş/larımızı, sevgili/lerimizi, partner/lerimizi ve içinde olacağımız toplulukları da alışveriş yaparken seçtiğimiz filtrelerle resmen maddeleştirmemizde. Mmm düşünelim; şöyle iyi konuşsun ve sesinin tonu şöyle olsun, şöyle başarılı olsun ve şu okullardan/bölümlerden olsun, şuralı olsun ama buralı olmasın, şöyle düşünsün ama çok da fanatik olmasın, dini şu olsun ama şöyle inansın, şöyle davransın ama çok da yapışkan olmasın, saçının rengi gözünün şekli duruşu derken sonsuza giden bir istenilen özellikler listesi yaratıyoruz. Bu özellikleri belki ailemizde gördüklerimizden, belki büyürken başımızdan geçenlerden, belki de genetiğimizden seçiyoruz ancak ne olursa olsun kendi taleplerimizle çevremize bir yankı odası inşa ettiğimizi inkâr etmemiz olanaklı değil. Çevremizdeki her şeyi kendi keyif ve zevkimize göre inşa ederek gerçekliklerimizi çarpıtıyoruz. Bu kurguda en ufak pürüz hissettiğimizde ise oyuncağından eline kıymık batmış bir çocuk gibi sinirleniyor ve o faktörü direkt elimine ediyoruz. Bizim için “şimdilik idare eder” yerini “diğerinden daha iyi”lere bırakıyor, yani bizim zihnimizde istediğimize daha yakın olana. Postmodern çağda gelen gideni aratmıyor; gideni hatırlayan bile kalmıyor zaten. Şimdilerde gelen, sonrasında gelecek olan için bir aşama sadece. Böylece her şeyin içi boşalıyor. Çağımızda katı olan her şey buharlaşıyor efendim! Yok olan sadece insanlıklarımız değil, insanlıklarımıza bakışımızı bile kaybediyoruz. Bu da bizi mevzubahis etmek istediğimiz son noktaya getiriyor.
Her şey maddeselleşip özelliksizleştikçe insanları reyondan seçtiğimiz için hiçbir şey “tam olarak istediğimiz gibi” (özel dikim) olmuyor. Ama bu muydu en başta mesele? Mesele neydi, biz neden insanları seçmeye başlamıştık? Sosyal bir canlı olan bizler için yalnızlık ile düello yapabilecek çok az sayıda korkunç his vardır. Yalnızlıktan hiçbir zaman tam olarak kurtulabileceğimize inanmasam da bu sancıyı hafifletmek için birilerine ihtiyaç duyuyoruz. “Biri olsa ve anlasa.” diyoruz. Anlaması için de bize yakın, bizden ve biz gibi biri olması gerekiyor. Peki her sene, her ay, her hafta, her gün ve hatta her saniye değişen bir şeye nasıl benzenebilir? İşte bu kısım denklemi kıran ve sınırları yıkan gerçekliğin ta kendisi! Eğer biz sürekli değişiyorsak insanları da “şimdilik idare eder” diye hayatlarımıza alıp biz değişince uyumsuzlaştığı anda da sıradakini hayatımıza alma çılgınlığımızı anlamlandırabiliriz. Bu şekilde bitiş çizgisi olmayan bir maratona kendimizi kapattığımızı anlatmaya çalışıyorum. Ne bu “şimdilik idare eder”ler bitecek ne de biz değişmekten vazgeçeceğiz. Bu nedenle farklı bir yaklaşım öneriyorum: Şeyleri oldukları halleriyle, belki sevdiğimiz belki sevmediğimiz ama oldukları halleriyle değerli oldukları için benimsemek, hayatımıza almak ve eskitmemek.
Demem o ki sevgiler kapsayıcı olmalı. Elbette kendimize görece yakın bulduğumuz insanları hayatımıza alacağız. Ancak birine kapıyı açmak için o kişinin kafamızdaki portreye yakınlığına değil potansiyeline değer vermeliyiz; nerede durduğuna değil nereye gidebileceğine. Belki ben okumayı seviyorum ama karşımdaki okumayı sevmiyor diye onun aynısının okuyanını mı aramalıyım? Karşımdakini okumayı sevmemesine “rağmen” değil, okumayı sevmemesi “ile birlikte” sevebilirsem buna sevgi denir. Sevgi koşullu değil, kapsayıcıdır; böyle olmalı, böyle olmak zorunda. Böyle olamayan bir sevgi saçmalıktan başka bir şey olamaz. Beni olduklarım kadar olmadıklarım ve hatta olamadıklarımla sevmeyen birini ben ne yapayım?
Şimdi birlikte düşünelim; biriyle denk geldiğinizi varsayın, gerçekten çok uyuyor kafalarınız. Ancak bazı özellikleri var ki çok da haz etmiyorsunuz. Buradaki duruş kapsayıcı sevgi modelinde ne olmalı? Bir arkadaşıma bir gün bu sorguları anlattığımda bana “İlayda dünyada 8 milyara yakın insan var, sadece biri için neden fazladan çabalayayım ki? Gider başkasını bulurum, hem de çok daha iyisini.” dedi ve ben buz kestim. İşte mevzu bu! Şimdi bu örneğe farklı bir referans noktasından bakalım. Şu anda dünyada 7.848.331.067 tane insan var ve ne şanslıyım ki bana görece uyan birine denk gelebilmişim. Bunun ne kadar düşük bir olasılık olduğunu görebiliyor musunuz? Belki çok daha uyumlu olacağım birileri var ama bu kimin umrunda? Önemli olan şu anda benimle olan kişi. Aynı şeyi bahsettiğim arkadaşım için de söyleyebilirim. Onun düşünce sistemini benimseyerek gidip bu kadar önem verdiğim bir konuda benden bunca farklı ve hatta zıt düşündüğü için “çok daha iyisini” aramıyorum. Açıkçası hayatımdaki herkes “iyi ki var” (: Hepsini her gün en baştan her şeyleriyle kabul etmeye çabalıyorum. Çünkü böyle olduğunda sevgim anlamlı, böyle olduğunda bir anlamı var.
Kişiler; seçip alışveriş sepetimize attığımız veya internetten alışveriş için filtrelediklerimizin çok ötesinde, yani öyle olmalı, öyle olmak zorunda. Her şeyin akışkan olduğu bu modern zamanda denk gelmekten keyif aldığın ve şanslı olduğunu hissettiğin biri için çabalamak ve emek vermekten daha anlamlı ve hatta anlamı olan başka ne olabilir ki? Nesnelerin aksine insanlar hayatlarımıza biz onları “aldıkça” değil biz onlar için çabaladıkça girerler. Girdikten sonra kalmalarının garantisi de yoktur; bu, her sabah en baştan başlayan bir mücadele.
Hepimiz için çabalamayanların eksik olduğu bir hayat dilerim.
“…
Yoksa, hiçbir şey önemli değil dünyada
Senden başka
Ne zulümler
Ne kavgalar
Ne günler, ne geceler hiçbiri önemli değil
Sen yaşadıkça
Ve yaşamak hiçbir zaman
Bunca güzel olmayacak
Sen yaşadıkça
…”
-Ümit Yaşar Oğuzcan