Yumuşak bir dokunuş şakaklarımda. Yükselip alçalıyor, sonra yine düşüyorum kayganlığına. Saçlarıma değmeden ince derimde dalgalanıyor hissi, çizgiselliğinden kurtulamıyorum. Yüzümde ilerliyor, kuzeye giderken güneyde buluyoruz kendimizi. Pusulamız dünyanın merkezini gösteriyor; yere, yerin dibine çekiyor beni. Şimdi ne yapacağız? Yere mi paralel yatıyorum, gökyüzüne mi Efgan? Düşünmemek en iyisi. Şakaklarımdan yanaklarıma doğru giderken çıkık elmacık kemiklerimde anlık olarak duruyor su. Senin için bile aşılması zor, biliyorum diyorum. Çok ordu devrildi, çok kanlar aktı orada, rengi kırmızı değildi. İtinayla suladık zamanın sayfalarını, mürekkepler dağıldı ve ayrıldı renklerine. Keşke sana anlatabilseydim. Siyah yeşil oldu, mavi oldu ama bir kendisi olamadı. Olamadım kendim gibi, hep başkasında olduğum kadar, başkalarında olabildiğim kadar. Neden çıkık elmacık kemiklerim biliyor musun? Geri kalan her şey katliamlardan korkup içime saklandı da ondan, yalnız kaldı onlar yüzümde, yalnız onlar kaldı.
“Sus” diyor.
Baştan savma bir harita çizdiği, şakaklarımdan çeneme. Nereden bahsediyor acaba diye merak ediyorum. Girinti çıkıntılara bakıp nereleri geziyorsun diye soruyorum. “Görmene gerek yok, hisset” deyip beni geri yatırıyor. “Tanımadın mı, bak” diyor, şakaklarıma geri dönüyoruz, çizgilerin üstünden baştan geçmeye başlıyor. Kendi çocukluğumu görüyorum: İşte şurada elimde deniz kabukları, delikli olanlarından kolyeler yapıyorum. Ayaklarıma batan dikenler var, yanında da kumsala dökülmüş pastel renkli boncuklar, hikâyedeki prenses olmak için boncukları topluyorum. “Hayır” diyor. Daha yakından bakıyorum; ellerimde kafasız balıklar var, kayalıkların arasında kabuklu yengeçler. Aslında ben istememiştim böyle olmasını, ölmelerini durduramadığım için ağlayarak gövdelerini denize geri bırakıyorum. “Bakmıyorsun” diyor. Görmeme gerek yok demiştin diyorum. “Görmene gerek yok ama bakmak zorundasın” diyor.
Ellerimi sımsıkı kapattığımı fark ediyorum. Tutup açıyor sırayla parmaklarımı, derime sapladığım tırnaklarımı tek tek tüy gibi çözüyor. Elimin içine doluyor, avuç içlerimi öptüğünü hissediyorum. Buz kesen içim bile erimeye başlıyor. Kafamı sola çevirip bakıyorum, yine yükselip alçalıyor. Bir çarşaf gibi sakin ama zamanın tik takları vuruyor üstüne. Olmaz bakamam, orada falezler var Efgan. Haritadaki o çizgiler derin, levhalar kırılmış her noktasında, sarsılmış kıtalar. Derin uçurumlar var, diplerinde dev kazanları. Pusulamız bozuktu hatırlasana; çok yüksekteyiz, düşersek kayboluruz. Hem daha çok erken. Kendimi bulmak için bir hayat bekledim, senin için birkaç yüzyıl daha. “Ben hala buradayım, kaybolmadım” diyor ve şakağımdan çeneme giden yoldaki son falezi geçip çenemin ucuna varıyor. Derin bir nefes alıyorum.
Saçlarımda hissediyorum neden sonra ellerini. Elleri mi saçlarımın içinde yoksa saçlarım mı ellerinin içinde kayboluyor anlayamıyorum. Bir gevşeme hali alıyor, ben tutamadan kaçan bir keyif inlemesi. Kulaklarımın dibinde kıkırdadığını duyuyorum. Ama sesi aynı değil, her saniye farklı bir tonda, gülüyor mu ağlıyor mu anlayamıyorum. Çınlıyorum ben de onunla. Özür dilerim diyorum. “Dileme” diyor. Anlatamıyorum. Gözlerim doluyor, gözlerime kaçıyorsun diyorum. “Kaçan ben değilim” diyor. Yüzüme çizdiği haritaya geri dönüyor. Hakkın var ama ne yapalım şimdi? Haritaları ben çizmedim; kokan balıkları ve kolu kırık kuru deniz yıldızlarını ben koymadım kavanozlara, baktıkça sana bakan uçurumları ben eklemedim diye sitem etmeye kalkışıyorum. “Sus, ‘kimin’le konuştuğunu karıştırıyorsun” diyor. Gözlerimi kapatıyorum yeniden, kiminle konuştuğumun ne önemi var, duymuyorsunuz diyorum. Bunu duyan bir mavidir her yeri alıyor, hınçla tüm vücudumu kaplıyor. İçinde yok oluyorum, içimde yok oluyor. Baksana, çizgiselliğini sonsuzluk alıyor, düşüyoruz. Parça parça toprak kaybediyoruz. Genelde mağlup olmam ama sen başkasın. Derin bir nefes daha.
Pusulamız yerin dibini gösteriyor ve ben sular altında kalıyorum. Dümdüz yatarken suyun üstünde, yüzüme çizdiği harita yavaşça kayboluyor. Önce çocuk olan ben siliniyor, sonra çocukluğum. Çizdiğim resimler siliniyor, boyalar dağılıyor suda, güneş kamaştırmış gibi renkleniyor bir anlığına deniz. Koşamadığım uzun yollar ve basamadığım çimenler, atlayamadığım su birikintileri karışıyor suya. Çenemi geçip ağzıma ilerliyor su, son bir kıkırtının sesi kulaklarımda ve son derin bir nefes daha. Bu sefer ellerimi değil gözlerimi sımsıkı yumuyorum. Saçlarımdaki his kayboluyor, onlar da yüzeye veda ediyor. Belimden tutmuş kendine çekiyor yer. Karanlıktan korkarım, tabii sen bunu hiç bilemedin, korkup gözlerimi açıyorum. Hiçbir şey olmamış gibi çarşaf misali süzülmeye devam ediyor üstümde mavi. Olmayan çocukluk fotoğraflarım denizin yüzeyinde, görebiliyorum. Bırakmak istemiyorum, uzanıyorum ellerimle yüzeye ama nafile. Parmaklarımda yok oluyor yüzeyin çizgisellik hissi. Oysa şakaklarımda ne de yumuşaktı, şimdi ne olduk? Her yer su dolu, kuzey nerede Efgan?
Suyun içinde nasıl ağlanır diye soruyorum. “Ağlayamazsın” diyor. Ağlayamadığımda dudaklarımın içini ısırıp gülümserim, bunu da hiç bilemedin. Komik. Suyun dibinde gülüyorum ve etraf kırmızıya bulanıyor. Tuz ağzımı yakıyor. O an bir sıcaklık hissi yükseliyor boğazımdan kafamın tepesine. Üşümem geçmeden içim ısınmış gibi, gittiğim yön sen olmalısın. Sanırım kuzeyi buldum, bir daha gülüyorum. Gittikçe daha da uzaklaşıyor dalgalanan mavi çarşaf, neden böyle olduk?
Kafamı yukarıdan soluma çeviriyorum ve bana gülerek bakıyorsun. Ben de bir daha gülüyorum ama her gülüşüm daha da kırmızı. Yüzeye doğrulmuş elimi indirip sana uzanıyorum, “Hayır” diyorsun gülerek. Elindeki pusulayı bana veriyorsun. “Nefes al” diyorsun. Komik. Yine gülüyorum, suyun dibinde nefes alınmaz ki. Çocuk değilim artık diyorum. “Sonunda suyla konuştuğunu anladın, Efgan burada olsaydı alırdın” diyorsun. Çok doğru! Ben seninle bir çocuktum, ben bir seninle çocuktum. Pusulayı düşürmemek için dikkatle iki elimin içine yerleştiriyorum. Sonra yine sana bakmak için kafamı kaldırıyorum ama yoksun Efgan, suymuş konuştuğum ve biz susmuşuz. Ve çok geç olmuş. Ben geleli aylar, sen gideli yıllar olmuş. Pusuladaki kuzeyi anladım ama senden başka yön okumayı hâlâ beceremiyorum, sanırım bu yüzden kafam karıştı. Çok derine dalmışım, kulaklarımda suyun basıncı, çınlıyoruz yine birlikte. Bakıyorum elime, kuzey yerine dönmüş, pusula gökyüzünü gösteriyor. Ama tepemde bir sürü köpek balığı, çemberler halinde dönüyor ve ben yüzeyi göremiyorum. Bir kez daha gülüyorum ve hepsi dönüp bana bakıyor, pusulayı kaldırıp onlara uzatıyorum.
Duymak Lazım