~
Yumuşak bir karıncalanma ellerimde. Parmak uçlarımı bastırıyorum toprağın kahvesine, eğimle içine girdiklerini görüyorum ama hiç his yok. Sonra parmaklarımı kıvırmaya başlıyorum, tırnaklarımın içinde topaklar. Lapa lapa toprak içinde ellerim, avuç içlerim dolu farkındayım. Sonra yine elimi açıp daha da derine itiyorum, parmaklarım birbirinden uzaklaşıyor. Bileklerime kadar gömüyorum ellerimi, avuç içlerim de karıncalanmaya başlıyor. Toprağa bastırdığım dizlerim ıslanıyor. Her yer, her yerde: Tepemdeki yarı gri yarı mavi gökyüzü, ilerideki deniz ve altımdaki toprak. Hangisi nerede başlıyor hangisi nerede bitiyor, karar veremiyorum. Tek istediğim etrafımda dönen dünyanın durması, belki ellerimle biraz daha derine uzanabilirsem… Midem bulanıyor, kendimi sabitlemeye ihtiyacım var. Birbirine vuran dişlerimi duyuyorum kafamın içinde ve şu muazzam titremeyi. Soğuk. Tek hissettiğim bu. Ellerimden vücuduma tırmanan ve ilerledikçe yanıltıcı bir sıcaklık yayan soğuk. Bedenimdeki titremeden ve ellerimdeki hissizlikten kurtulamıyorum. Sana dürüst olacağım, en azından soğuktan titremeyi yeğlerdim. Soğuğu severim, bilirsin. Soğuğun yanında bir de laflar var, bomboş laflar. Duydukça sinirlerim tepeme çıkıyor, hıncımdan titremeye başlıyorum. İnsanların bana bıraktıklarına bak, avuç avuç çamur içindeyim. Onlar söyledikçe daha da saplanıyorum. Neden bunca konuşur insanlar, teselli dediğin nedir ki?
Kelimelere üzülüyorum Vaveyla. Kelimelerimizi bitiriyorlar.
Bulutların arasından çıkan güneşin tupturuncusu ileride denize vuruyor. Tüm grilik yok olmuş gibi. Güneş vurmuş saçlarım da yüzümden aşağı düşmüş, artık elinin kaybolacağı kadar uzadılar sanırım. Aralarından gözüme güneş kaçıyor. Ama güneş bugün ısıtmıyor, soğuk ise aşağıda hâlâ ellerimi kemiriyor. İlerideki renklerin içine sokasım geliyor ellerimi, biraz kırmızı belki, ne dersin? İhtimal ki geçer bu buz, eririz ikimiz de. Ayaklarımızın altına aktıkça açılır rengimiz, batan gün gibi kırmızıdan hallice saçma bir renge boyarız yerleri. Yine bu renk gibi saçma bir ad takmıştın; “satırmızı” derdin gün batımının sarı, turuncu ve kırmızı karışımına. Ne çok kelimen vardı kendi kendine söylediğin, ne çok anlamaya çalışmışsın aslında dünyayı. Sayende bizim kelimelerimiz de hiç bitmeyecek gibi gelirdi, oysa sen bitmesinden korktuğundan…
Bir defterin vardı kırmızı kapaklı, ilk sayfasına “Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulamayan konusunda da susmalı.”[1] yazmıştın. “Sana susmak istemiyorum.” demiştin birkaç ay sonra da, o gece sabaha kadar tavanı izledim. Birlikte tam 7 kez okuduk o defteri, sondan 2.’sinde sen göğsümde uyuyakaldın. Biz sustukça onun sayfaları arttı, en son artık tek seferde okuyamaz olduk. Bizim hiç üzerine konuşulamayanlarımız olmamıştı, olmayacaktı. Sustuk ve şimdi de… Kendime çok soruyorum, seni bana ne zaman susturmaya başladım diye. Islaklığın soğuk ile ilgisi ne Vaveyla? Toprağa gömüldükçe ıslanıyorum, ıslandıkça üşüyorum. Şimdi görsen sevmezsin ellerimi ama kimin umurunda? Parmak uçlarım ve hissizlik ile derinleşiyor sohbetimiz. Sanki toprağın içinde bir deniz buldum, sana uzanıyorum. Botlarına bulaşan çamurdan nefret ederdin, oradaysan söz veriyorum bu sefer çamurları ben temizleyeceğim. Ellerimi topraktan çıkarmaya korkuyorum, ya gerçekten oradaysan? Oysa kahverengi sıcak bir renk derdin, güvenliydi hani..
Hayır, yanılıyorsun. Her şey soğuk, sana daha ilk gün dedim. Ben-soğuğu-seviyorum dedim. Soğuğu ve yüksekleri. Mesela, bu üstünde durduğum falezi. Burayı keşfettiğimde ilk yüksekliğine hayran olmuştum. Ucuna kadar koşup son anda durduğumu hatırlıyorum ve gülerek avazım çıktığı kadar bağırdığımı. Bağırmaktan nefessiz kalıp şimdiki gibi dizlerim üstüne çöktüğümü hatırlıyorum, suratımda aptal bir sırıtma. Mevsimden mevsime rengi değişse de bu uçurum hep aynı, hep aynı derinlik çekiyor insanı yere. Bir rüzgâr esiyor. Burada hep de bir rüzgâr var. Ve soğuk. Rüzgârdan falezin altına vuran dalgaların sesi daha da korkutucu oluyor. Sırf buradaki rüzgar yüzünden; gaipten sesler duyan insanların, ilk başta rüzgarla konuşmaya başladıklarını düşünüyorum. Sonra biz de kalkıp çok akıllıymışız gibi onlara deli diyoruz. Belki de hepimiz rüzgârla konuşsak anlaşabilirdik, hem kendimizle hem diğerleriyle. Ama bu kelimeler… Her şeyi onlar başlattı, biz bitiremedik. Su sesini duyduğumdan beri kulaklarım çınlıyor, nasıl gidersin?
Saçlarımın savrulması ile saklambaca başladık, ben hem ebeyim hem sobelenen. Rüzgâr yüzüme vuruyor, saçlarımdan fazlasını. Kendimi kovalayıp yine kendime yakalanıyorum. Gizli bir keyif hali var, bu kovalamacayı seviyorum. Ama keşke hiç yakalayamasaydık birbirimizi, o gün daha hızlı koşsaydın, daha hızlı koşsaydım. Neyden, kimden kaçıyorduk da çarpıştık acaba? Her şey anını bekler derler, biz bekleyemedik sanırım. Nefes alır gibi içim titriyor. Soğuk çok, buralar çok soğuk Vaveyla. Gömleğimin altındaki ellerini hissediyorum. Arkamdan, gövdemin solundan karın boşluğuma doğru uzanıyorsun. Nefesimi tutuyorum. Diğer elin sağ omzumdan aşağı salınmış, ellerini birleştirmek için uzatıyorsun. Ellerin çok soğuk. Acı ise eklemlerimi kemirmeye başladı. Yüksekten hiç korkmadım ama bu rüzgâr beni korkutuyor. Seni duydum duyacağım. Saçlarım yüzüme batıyor. Zar zor karşımdaki denizi görüyorum, derinliklerini kendi yüksekliklerime benzettiğim denizi. Sayende ilk defa bir denize bakmış ve büyülenmiştim, denizden değil. Keşke denizden bahsederken kendini bir kez görebilseydin. Nasıl sende denizi buluyorsam, seni de ne zaman kaybetsem denizde buluyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve işte buradasın. Sağ kulağımda bir sıcaklık, nefesim dersen ağlayacağım. Yas dediğin ne kadar sürer?
Bacaklarım titriyor, ayaklarımı da yere bastırıyorum. Ayakkabı giymeyi oldum olası sevemedim, al işte şimdi onlar yüzünden kayıp düşeceğim. Nereye mi? Yere, şapşal. Bu hınçlı titremeyle ne yapılır ki? Yere serilmek en mantıklısı. Sen de yere mi serildin, ellerin neden bu kadar soğuk? Benimkilerden bile soğuk. Vaveyla oldun olalı bir haller var zaten üstünde, kızmamak elde değil. Dünyanın merkezi sabittir, gökyüzü yere paraleldir ve pusulalar kuzeyi gösterir. Ötesi yok. Neden dengemizi bozuyorsun yavrum? Bir de pusulamız pusulamız diye tutturmuşsun, kayboluyorum diyorsun. Kuzeyin kayıpsa elbette sen de kaybolursun, şaşılacak bir şey yok bunda. Hoş, ne arıyorsun onu da asla anlamadım. Kelimelerimiz vardı, birlikte uyandığımız ve üşümediğin ve hatta soğuk olmayan beyaz sabahlar. Daha neyi arıyordun ve ben daha neyi veremiyordum sana? Hani sen onlar gibi sağır olmayacaktın, ben sustukça duyacaktın ve yine de umursamayacaktın. Ama ben sustukça sen de sustun, sustuk sonunda. Belki de her şey o kırmızı kapaklı defterin suçu ve satırmızı gün batımlarının. Bak sana baştan anlatıyorum; sen suları ve renkleri seversin, ben soğuğu ve yüksekleri. Ve ne o yüksekliklerde uçulur ne de o denizlerde yüzülür. Yok işte n’apalım, birlikte güzel bir hikâyeleri yok.
Ama yine beni duymuyorsun Vaveyla ve ben yine rüzgârla konuşuyorum. Beni de götürüp bir yerlere kapatırlar mı dersin? Belki oradan daha çok konuşabilirdim seninle hayat beni rahatsız etmeden. Ama bırak sitemlerimi, ben sana susmayı bıraktığımda bile, tek kelimemi duymadın. Duyuramadım sana kendimi, sen kendini toplayıp taşınalı olmuş dediler. Sırf hıncımdan, elimde silinmiş bir adres, bu şehrin her sokağındaki her satırmızı kapıyı çaldım. Açmadın, açan sen olmadın. O telaşımla siyah bir kedinin kuyruğuna bastım ve gözlerim doldu. Hoş, açsaydın ne diyecektim, ben seni o zaman duyamadım sen beni şimdi duy mu?
Önümde uzanan bir uçurum ve dalgalar aşağımda artık rüzgârla birlik olmuş. Hepsi bana seni bağırıyor, yüksekler bile bugün senden yana. Ölüm ellerimden de soğuk ve ellerinden de renksiz. Bense denize karşı tutunduğum toprağı suluyorum, yüzüm sabaha karşı çiğ tutmuş gibi. Kıyıda mavi paltonu ve kırmızı defterini bulmuşlar, öyle diyorlar. Ne demek bu? İnsanlar ve kelimeleri… Bana ilk söylediklerinde sadece güldüm, iyi kandırmışsın onları dedim içimden. İhtimal ki sadece bu şehirden gittin; benden, bu şehirden ve kedilerden. Belki bu rüzgâr arar bulur seni benim aksime, bir başka şehirdeki bir başka satırmızı kapının arkasında.
Avazım bu kadar çıkıyor Vaveyla: “Ben yüzme bilmem!”
Ne sende ne denizlerde.
En son yazdığına göre, ne üzücü ki sen de bilmiyormuşsun.
[1] Wittgenstein, L. (2001). Tractatus Logico-philosophicus (O. Aruoba, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. S.9.
Duymak Lazım