Dilhun: İçi kan ağlayan.
~
Nefes aldığımı hissedememeyi sevmiyorum. Hava bu kadar sıcakken hayat içime girmeksizin, onunla hiçbir alışverişim yokmuşçasına sırasını savabiliyor. Sanki havada asılı kalmak gibi, bu sıcaklarda ne kafamdakileri ne de içimden geçenleri temizleyip atabiliyorum. İnsanın kendi kendine dokunası bile gelmiyor, sanki elimi kaldırıp diğerini tutsam varlığım ifşa olacak, var olacağım. Karar vermektense hiçbir şeyi bilmemek daha iyi. Bu belirsizlik ve yapışkanlık artık rahatsız edici bile değil. Adımlarım eriyerek beni yere sabitlemeye çalışsa da hâlâ koşmaya devam ediyorum, durmak zor, durmak korkutucu. Kendimden kaçabilmek için daha da hızlı olmalıyım.
Bence hepsi o tatilde başladı. Nereden çıktığı belli olmayan o tatilde tanıdım, tanış oldum seninle. Kafamdakinden ne farklı, dışarıdakinden ne başkaydın. Ben de senin yanında öyle. İlk soğuk americano kahvemi sipariş ettim o gün, hiç anlamadın. Balık yedikten sonra kahve mi içilir demeden duvarlarında sarmaşıklar olan o kafeye gittik. İçeri girerken ayağın bir saksıya takıldı ve ben manolyalar olduğunu görmezden geldim, senin yüzüneyse gergin bir gülümseme geldi oturdu. Biz de oturduk. Bana sadece sade dondurmayı sevdiğini söyledin, bense karameli, sana bakarak. Kızardığını saklamaya çalışarak işaret parmağındaki yüzüğe zor zamanlar yaşattın. Ben de manolyaları seven bir kızı kaybettiğimi sana söylemedim. Güldüm. Sonra bu sefer de sen başladın konuşmaya, aslında hayattaki en önemli şeyin… İnsanların ne de umarsız… Belki de sen hayatı çok ciddiye… Ağzının aldığı o hâl… Sağ elinin saçını kulağının arkasına alışı… Ayağındaki terliğin sürekli geliş gidişleri… Peki ben ne düşünüyordum, bunu sordun. Arkada “Magnolias For Ever” şarkısı çalarken bir ara seni dinlemeyi unuttuğumu fark ettim. Sonra buna güldük ve her şey değişti. O andan sonra her şeye gülmeye başladık, o zamanlar her şey sarıydı. Kaldırımın kenarından yürüme yarışı da sokağın sonuna ilk kim varacak koşmalarımız da. Benim asla kimin kazandığını bilemeyişime gülerdik, bunun hiç umrumda olmayışına. Yürürken kilit taşlarına, asfalta, her türlü zemine takılarak düşme huyun dünyanın en eğlenceli şeyiydi. Her takıldığında bana tutunurdun korkuyla. Düşmekten ne de çok korkardın. Yoldan karşıya geçerken düşmeksizin kolumdan tutmuştun bir kere, sonra kordondan kalkarken ve sonra da ayakkabılarını çıkarırken. Hep aynı yerden ve hep aynı şekilde. Sendeki durağanlığı ilk o zaman fark etmiştim.
Ay ilk dördüne veda ediyordu, biz denize bakıyorduk. Biri yıldız kaydı dedi, ben güldüm. Senin de gülmeni bekliyordum ama sen gözlerini kapatıp bir dilek tuttun. Neymiş, ben de tutmazsam seninki de gerçekleşmezmiş. Saçmalık. Ben ilk dördüne inanıyorum demiştim, sen de bildiğin şeylere inanamazsın demiştin. Benim için bildiğim hiçbir şey olmadığını henüz bilmiyordun. Öğrenince de benim bitmeyen bilmemezliklerimin hayatın içinden değil hayata karşı olduğunu söylemiştin. Bunun ne anlama geldiğini sonraki 11 gece boyunca düşündüm. Bunun ve diğer dediklerinin… Düşündükçe daha da güzelleşiyordun ve buna bir son vermem gerektiği için bu sağlıksız hobiyi alışkanlığa dönüşmeden bıraktım. Ama konumuz bu değil. Konu, sarının tonu. Bugün tam 4 yıl oldu biz tanışalı Vaveyla.
Yavaşlamaya başladım, biraz ara vermeliyim sana, seni değil sarıyı anlatmalıyım. Senden her bahsedişimde içimi kaplayan bu boşluk delirtici, biliyorum ki uyarıyor beni. Susmalıyım ve ilerlemeye devam etmeliyim. İçim cereyanda kalmış gibi, pencerelerim duvarlara çarpıyor. Nerede yanlış yaptım bilmiyorum ama yanlışın kendisi olup çıkmaya çok yakınım. Hem senin için hem de herkes için. Manolyalar, sorun bu. Ben kendi kendine kalmak için doğmuş biriyim belki de, doğama karşı çıkmaya çalıştığımdan oluyor hepsi. Belki de sen karşı çıktığından.
Belki de hepsi o dilek yüzünden, saçmalık bu ya, bu hayattan çıkamıyorum.
O akşamdan beri her akşam düşünüyoruz, ben ve sarı şehir ışıkları. Yine nefes aldığımı hissedemiyorum; sanki yine o yaza, o bir haftaya dönmüşüz gibi bu akşam. Hızlanmam gerek, hızlanmalı ve bu çoğul kipten kurtulmalıyım. Sahil kıyısına iniyorum, ileride İstanbul’un ışıkları denize vuruyor. Durup bakarsan deniz bir tuhaf burada, önce karşı kıtada parlak ışıklar vuruyor yüzeye, sonra simsiyah bir boşluk ve bu kıyıda yine parlak ışıklar karşılıyor bizi. Koşmaya başlıyorum. Koştukça ışıklar da netliğini kaybediyor, hayat da. Yatağıma soktuğum birbirinden başka kadınlar, umarsızca uzaklaştığım arkadaşlar, birlikte çalıştığım ruhsuzlar, keyfime göre tekrar (tekrar) görüştüğüm kişiler, kendini önemli zannetsin diye ilk kez dinliyor gibi dinlediklerim, kafamın içindeki sesler, insanlar ve yansımaları… Aslında herkesin birbirine ne kadar benzediğini fark etmek hiç de zor değil. Hepsi bir karbon kopya gibi, kopyalayanlarının kalitesi değişse de ana hatları hep aynı. Hep aynı sorunlar ve hep aynı çözülemeyişler. Yoldan karşıya geçip koşmaya devam ediyorum, daha bitirmedim. Sen de herkessin ve herkes de sen. Ama kötü şekilde değil, herkeste seni buluyor falan değilim. Bulmak için önce aramak gerek, hayır ben seni aramıyorum. Aradığım sen değilsin. Sadece sen de bir kopyasın demek istiyorum, birçoğundan sadece biri. Aslına bakarsan umrumda olan sen bile değilsin demek doğruluk hissi veriyor ama işte… Umrumdasın yani, elbette ölmeni istemem. İstemezdim. Ama bunu demek de… İnsanlara dediğim her şey genelde acımasızca geliyor, ben de çok konuşmam zaten. Bana kalırsa, keşke herkes karşısındakine ölmeni istemem diyebilse. İçini boşaltmadığımız bir bu cümle kaldı galiba. Sonunda. Sıcak da olsa nefes aldığımı hissetmeye başladım. Adımlarım kulaklarımda yankılanıyor.
Koşmak güzel şey. Kelimenin kendisine bakacak olursak “koşmak” dil bilgisel olarak kendinden işteş (yani biriyle yapılan) bir eylem gibi ama dikkatli bakarsan öyle olmadığını görebilirsin. Aslında koşmak hep yalnız yapılıyor, sevişmek gibi. Biriyle koşsan da asla bir bütün gibi olamıyorsun, uyum sağlamak için çabalaman gerekiyor. Yaşamanın kendisine bunca yakın başka bir şey olamaz. Hayatın içindeki bu yalnızlığı bilince de geri kalan her şey boş bir gürültü. Çünkü biliyorum; insanlar vardır, denk gelişler ve denk gelemeyişler vardır. Hepsini boş verip hızlanman gerekir. Hepsini silebilirsin böylece, silip sıradakine geçebilirsin. Çıkarken kapıyı kapat diyebilir ya da eşyalarını topladım, giysilerin yatağın üstünde deyip duş almadan çıkıp gidebilirsin. Önemli olan bulmak değil, bulunmamak. Bir karbon kopya için iyi iş çıkardığını düşünmüştüm çünkü sen beni bulmuştun Vaveyla. Sadece ben bunu kabul edemedim.
Biz seninle denk gelemedik ama denk gelmek ne demek ki Vaveyla? Bu çoğul kipini de kendini de alıp gitsen keşke. Benimle olmamdan beni alıkoyuyorsun, durmak istememe sebep oluyorsun. Git ki ben de gidebileyim. Dünya bana çok küçük ama sen de çok büyüksün. Git ki dilekler de gitsin; dilekler, sarı duvarlar, çilekli cinler ve kırmızı koltuklar. Benim renklerim olmaz, git ki yine kayıp olabileyim. “Mutlu olmayı kaybettik ama belki mutsuz olmayız Dilhun.” demiştin. Ben de “Benimle mutsuz olmamayı yapamazsın, git.” demiştim. Birilerinden gitmekten yorulup dünyadan gitmişsin diyorlar. Ben ise bunu duyduğumdan beri ilk defa gidemiyorum.
Seni bıraktığım için özür dilemeyeceğim, sen de herkes gibisin çünkü. Seni bıraktım çünkü bırakmak istedim. Çünkü herhangi bir şeyi tutmayı sevmem, sevmediğim şeyleri de yapmam. Koşarak yanından geçebileceğime inanıyordum, senin beni göremeyeceğin kadar hızlıca. Beni her kokladığında burnunun kırışmasının ardından hapşırmanın anısının artık canlı değil soluk sarı olacağına. Bana alerjin olmasına da ne gülmüştük. Gel gör ki benim her türden bağlantıya alerjim var ama yine de sana tahammül edebiliyordum. Saçlarımı karıştırmana sinir olamıyordum. Buna rağmen hızlanmalıydım ve aramıza koskoca 4 yıl soktum. 4 yıl ve onlarca insan. Yine de…
Nefesim kesilmeye başladı, ağzımda bir safra tadı. Uzun zamandır bu kadar koşmamıştım. Durmak zorundayım. Durmak zorunday“dım”. Durmalıydım, sen geldiğinde durmalı ve izin vermeliydim. Herkese benzeyişindeki kendine has zarifliğini, sadeliğini, derinliğini, sakarlıklarını, çocukluklarını, renklerini ve hayata karşı hayretini bir çantaya koymuşsun. Sonra da çantayı ayağına bağlayıp denize atlamışsın. Ya ben dursaydım? Artık karbon kopya gibi siyah değil mavi olmuşsun. Dursaydım mavi olmak istemez miydin acaba? Seni kim bu kadar üzdü Vaveyla? Ben de mi?
Artık senden saklamamın anlamı yok çünkü kendime de yalan söyleyemiyorum. Ben de o akşam bir dilek tutmuştum, sonuçlarını kaldıramayacak kadar korkak olsam da. Artık hiçbir zaman gerçek olamayacağından emin olduğum bir dilek: “Bir daha beni bulsun biri ve yine o olsun. Yine manolya koksun etraf.”
Ama artık gerçekten tek önemli olan bulunmamak. Sen benden de güçlüydün Vaveyla ama üçüncü bir seferi ben de kaldıramam.
Duymak Lazım