Hiçlik Çemberi serisinin üçüncü yazısı.
Nisan ayının serin bir gecesiydi. Feray, odasına soğuk girmediğinden emin olmak için son bir kez pencereyi kontrol etti. Sonra eliyle kalorifere dokundu. Üşüdüğü için kombisini bir gece için açmıştı. Kaloriferler de gayet iyi yanıyordu. Anlayamadığı bir şekilde bedeninde bir üşüme hissi vardı. Ufak bir tıkırtı duysa ürperecekmiş gibi hissediyordu. Belki de hasta olacaktı. Bunun düşüncesi Feray’ı bir anlığına gerdi. Çünkü bu haftaki planları için çok heyecanlıydı. Hiçbir parçasını kaçırmayı istemiyordu. Camdan dışarı baktı. Gökyüzünde hâlâ dolunay vardı. Aklına az önce okuduğu Haiku geldi:
“Ay ışığı,
Dalda kalan son yaprak,
Titriyor.”
Sonrasında dışarıya bakıp mırıldandı, “Mah. İşte ay ışığı.” Bardağından bir yudum alıp içinden devam ettirdi, “Dalda kalan son yaprak olan ben, titriyorum. Uyumanın zamanı gelmiş demek ki.” Işıkları kapatıp yatağa geçti. Tuhaf hissediyordu. Dün gördüğü rüyanın etkisiyle, gün boyunca gerçekliğe tam anlamıyla tutunamamıştı. Rüyasını hatırlamıyor ama duygusunu yaşıyordu sanki. Oysa bugününü çok iyi hatırlıyordu ama duygusunu hiç yaşayamamıştı. Sanki kalbini uykusunda bırakmıştı. “Yarım kalmışlık!” dedi zihninde. Acaba bu tespitine neden olan ne görmüş olabilirdi? Keşke uyanır uyanmaz hatırlamaya çalışıp not alsaydı. Ancak bir kez daha düşününce aslında uyandığı anda bile ne gördüğünü hatırlayamadı.
Gözlerini yumdu. “Umarım rüyamın devamını görürüm. Lütfen… Dolunay etkisi midir bilmiyorum ama… Ne olur uyuduğumda rüyama devam edeyim…” diye içinden dileklerini sıralamaya başladı. Derin bir nefes, iki ufak hırıltı ve üç iç geçirme. Şimdi kalbinin atış sesi duyuluyordu. Önce vücudu ağırlaştığı için yatağında hareket edemedi. Sonra gözleri ağırlaştığı için onları açamamaya başladı. Feray, dolunayın odasına doldurduğu ışığı hissedemez oldu. Yatağının merkezine doğru yavaşça çekilmeye başladı. Her an yatağı tarafından yutulabilirdi. Derin bir boşluğa doğru çekiliyordu. Bir yere tutunmak ve kendini korumak istedi. Eliyle yorganını yoklamaya ve kavrabildiği ilk parçayı yakalamaya çalıştı. Artık güvendeydi. Sağ eliyle sıkıca tutuyordu. Ancak avuçlarında demirin soğukluğu hissediliyordu. Sanki bir kapı koluydu. Gözlerini hafifçe araladı. Artık ayakta duruyordu. Tuttuğu kapı kolunu bırakmıyor ve arkasına dönemiyordu. Sırtının arkasında bir boşluk vardı. Dönüp bakmayı bile göze alamadı. Sadece kapının ardına varması gerektiğini biliyordu.
Kolu yavaşça çevirdi. Hafif hareketler ile ilerledi ve kapı sessiz bir şekilde aralandı. Kısık ışıklı bir abajurun odaya verdiği loş aydınlık vardı. Orta boy panoramik bir pencereden dışarının karanlığı içeri giriyordu. Gökyüzünde ay yoktu. Pencerenin yanında ahşap bir sandalye ve bir koltuk vardı. Minimal dekore edilmiş odanın duvarları grimsiydi. Köşede tek kişilik bir yatakta son gücüyle doğrulmaya çalışan yaşlı bir adam olduğunu fark etti. Adamın varlığı onu hiç rahatsız etmedi. Solgun ve bitkin görünen yaşlı adam bir yerden ona tanıdık geliyordu. “Kim bu tanıdık yabancı?” diye düşünürken adam kendisine seslendi:
– Mah! Sen mi geldin Feray?
Feray, göz bebeklerinin büyüdüğünü fark etti. “Sesin bile yaşlanmış Reşit.” diye geçirdi aklından. Nereden hatırladığını bilmiyordu ama adamın isminin Reşit olduğundan çok emindi. Karşısında her an daha fazla tanıdığı bir kişi duruyor gibiydi. Bu durum kafasını karıştırdı. “Reşit?” dedi. Sonra kendi adını nereden bildiğini merak etti, “Adımı biliyorsun… Fakat ben tam hatırlayamıyorum.” diye ekledi.
Reşit, Feray’ın bir rüyada olduğunu biliyordu. Daha doğrusu hatırlıyordu. Otuz yıldır görmediği eşini nasıl unutabilirdi? Hele ki yıllar sonra gecenin bir vaktinde odasına aynı yaşta girmişken. Feray, sadece bir gün geçmiş gibi oradaydı. Güzel bir hatıranın vücut bulmuş halindeydi. Reşit yine hayal gördüğünden emindi ama bu durumdan rahatsız da değildi. Çünkü onu çok uzun zamandır görmeyi bekliyordu. Bir noktadan itibaren gelmeyeceğini kabullenmiş ve sanrılarından kurtulmak için tedaviye başlamıştı. Ancak bu gece kendini iyi hissetmiyordu. Bir umut ve bir sanrı da olsa Feray’ı görebilme arzusu ile hemşireden rica etmişti. Yalvar yakar ilacını bu gecelik kullanmamaya onu ikna etmişti. Şimdi ise Feray tam karşısında duruyordu. En güzel hayali, sevgili eşi ve kızı Nevin’in annesi. Reşit, nefesini topladı ve lafa girdi.
– Bir gün geleceğini biliyordum. Çok geç kaldın ama olsun. Seni görmek istiyordum.
– Bu bir rüya mı, Reşit?
– Evet Feray. Sen bir rüya görüyorsun. Ben ise hayal ediyorum. Ya ben bir rüyayım ya da sen bir hayal. Her zamanki tartışmamız.
– Hatırlamakta zorlanıyorum. Konuştuğunda zihnimde daha genç birisini hatırlar gibi oluyorum. Sanki senle yıllarca vakit geçirmişim gibi. Huzurlu hissediyorum. Böyle… Ev gibi. Sana baktığımda ise seni tanımakta zorlanıyorum. Neden bu kadar yaşlısın?
Reşit yutkundu. Konuşmak istediği o kadar çok şey vardı ki. Maalesef hepsini konuşamayacağının bilincindeydi. Çok yorgun hissediyordu. Doğrulmayı bıraktı ve yatağa geri uzandı. Eliyle penceredeki çiçekleri işaret etti. “Şu iki çiçeği görüyor musun? Ne hatırlatıyorlar sana bakar mısın?” diyerek ricada bulundu. Feray pencereye yaklaştı. Kurumuş çiçeğin papatya olduğunu anladı ama diğer canlı çiçeği tanıyamadı. “Neden bu papatya kuru? Canlı çiçeğin adı ne?” diye sorularını sıraladı. Reşit gülümsedi. Çiçeklere güveniyordu.
– Papatyayı… bir arkadaşım getirdi birkaç hafta önce. O kurudu. Diğeri ise İris… o hep burada. Biraz daha yakından incele istersen.
Feray, kurumuş papatyanın yapraklarını tutup eliyle biraz ufaladı. Ardından parmaklarında kalan kurumuş papatyanın toz parçalarına baktı. Bazı yaşananları anımsar oldu.
– Ben bu hayata daha önce uğradım öyle değil mi?
– Evet uğradın.
– Seninle uzunca bir süre de yaşamış gibi hissediyorum.
– Evet yaşadık.
– Ben… Seninle evli miydim?
– Evet evliydik. Seviyorduk.
– Dün bir rüya görmüştüm. O rüya bize dairdi galiba. Bir hayat yaşamışız gibiydi.
– Evet bizim hayatımız senin rüyandı.
– Reşit… Kaç yıl oldu?
– Benim için… otuz yıl oldu Feray. Senin için ise muhtemelen bir gün geçmiş.
Feray çok şaşırmıştı. Sanki beyninde bir anı patlaması yaşıyordu. Zaman algısı bozulmuştu. “Reşit… Bu, çok garip. Şu an koca bir hayatı kaçırmış gibi hissediyorum.” dedi. Bir yandan iris çiçeğine yöneliyordu. Bu çiçekte onun içini ısıtan bir detay vardı. Papatyada yaptığı gibi yapraklarına uzandı. Bu sefer daha canlı ve dolgun bir çiçeğe dokunuyordu. Zihninde kendi sesini duyar gibi oldu. “Hadi kızım! …şimdilik ayakkabının içerisine sok.” Sonra gözlerinin önünde bahçeye çıkan küçük bir kız görüntüsü belirdi. Hatırlamaya başlamıştı. İçine ansızın bir panik dalgası yayıldı.
– Nevin! Nerede o?
– Sakin ol Feray.
– Kızıma ne oldu Reşit?
– Feray sakin ol. Kötü bir şey olmadı.
– İçimde bir boşluk hissediyorum…
– Biliyorum. Kızımız yıllar önce kendi yolunu çizdi ve… gerçeklik ile savaşmayı bıraktı. Kalplerimizde var olmaya karar verdi.
– Ne demek kalplerimizde olmaya karar verdi? Boşluk hissediyorum diyorum. Nerede o?
– Bir keresinde Nevin ne demişti biliyor musun? Daha doğrusu direkt bana söylememişti. Onu bahçedeki antrasit duvarın önünde konuşurken bulmuştum. Kendi kendine konuşuyordu.
– Ah! Evet hatırlıyorum. Nevin… O antrasit duvarın önünde konuşurdu değil mi?
– Evet. O… konuşurdu. Hatta büyüdüğünde bile arada uğrar yine konuşurdu. Bir keresinde, “Ben bir adamın hayali ve bir kadının rüyasıyım. Ancak kimsenin gerçeği olamayacağım.” demişti. İçim öylesine burkulmuştu ki…
– Şu an burada olsa ona öyle bir sarılır ve gerçek olduğunu öyle bir haykırırım ki!
– Biliyorum Feray. Severek sarılırsın. Ancak o akıllı birisiydi. Biz gerçekliğimizin bir rüya mı yoksa bir hayal mi olduğunu tartışırken o, ne olursa olsun gerçek olamayacağını fark etmişti. Bir gün bunun kabulü ile yanıma geldi. Kalplerimizde yaşamak üzere kendi gerçekliğine doğru aramızdan ayrıldı. Onu hatırla… ve kalbinde yaşat. Ben yıllardır böyle yapıyorum.
Feray, nefes almakta zorlanıyordu. Bir anneydi ama bu sadece bir rüyaydı. Karşısında bir adam vardı ve onu hâlâ seviyor muydu? Ancak Reşit onu seviyordu ve onun için ise bütün bu yaşananlar bir hayaldi. Kızı gerçek değildi ama kızının duyguları gerçek olabilirdi. Hatırlamaya başlıyordu. Kızının doğduğu anı yoktu aklında. Sanki birden filizlenmiş ve küçük bir çocuk olarak ona sarılır olmuştu. Şimdi ise o yoktu. Uyandığında unuttuğu kızını bir başka rüyada hatırlamış olması Feray’a suçlu hissettirdi. Ne diyeceğini bilemedi. Gözleri dolu bir şekilde Reşit’e bakıyordu. Otuz yıl… Gerçek hayatta dahi daha otuz yaşına gelmemişti. Birisi tarafından otuz yıldır sevilip beklenmiş olmak nasıl bir duygu olabilirdi? “Dalda kalan son yaprak,” diye yatmadan önce okuduğu Haiku aklına geldi. Geciktiği bu hayattaki son an yaşanıyor olabilirdi.
Reşit gülümsemeye devam ediyordu. Onu özlediğini biliyordu ama ona baktıkça aslında zannettiğinden çok daha fazla özlemiş olduğunu anladı. İçinden şükrediyordu. Artık gerçek veya sanrı arasındaki fark önemsizdi. Sadece bu anı sonuna kadar yaşamak istiyordu. Çiçeklerin başında uzun süredir dikilen Feray’a seslenip, “Lütfen sandalyeyi al ve yanıma otur. Buradan seni net göremiyorum.” diye onu çağırdı. Sadece beş dakika geçtiğini sanan Feray aslında tüm konuşmaların yarım saate yayılmış bir şekilde gerçekleşmiş olduğunu fark edememişti. Sandalyeyi alıp yatağa doğru ilerledi. Her bir adımı sanki beynine bir sinyal yolluyor ve başka bir hatıra paketi açılıyordu. Reşit’e yaklaştıkça önceki rüyası hayatının ta kendisi olmaya başladı. Önce gerçek hayatını unuttu. Sonra Reşit’i ilk gördüğü an ve onunla yaşadıklarını hatırlar oldu. Hâlâ bir rüyada olduğunu biliyordu ama en azından bu hayatını bir bütün olarak görebiliyordu.
Sandalyeye oturduğunda sevdiği adamın yaşlanmış halini daha net gördü. Yüz ifadesindeki ağırlığı bakınca insanların neden ona genelde “Reşit Bey” dediklerini hatırladı. İsmi de yüz ifadesi de bir bütün olarak ağırlık oluşturuyordu. Feray bir anlığına Nevin’in silikleştiğini fark etti. Artık tek gördüğü Reşit’ti. Tüm duygusunu yeniden hissediyor ve en küçük detayı bile hatırlayabiliyordu. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Reşit ise huzurlu bir şekilde onu izliyordu.
-Lütfen ağlama. Ben mutluyum.
-Özür dilerim Reşit. Beni beklemişsin, ben ise seni unuttum… Seni yalnız bıraktığım için beni affedebilecek misin?
-Evet… affedilecek bir şey bile yok aslında. Ben de Nevin de sana kırgın değiliz. Sen varoluşunu kendin sonlandırmadın.
-Bunca yıl… Bu sevgi nasıl eskimedi? Siz… beni… nasıl?
-Feray. Yavrucum… Çok yorgunum ve bunlar uzun sorular. Bir ricam olacak.
–Ne olursa, söyle.
-Sadece bir anlığına burada kal. Yanıma uzanıp bana sarılır mısın?
Reşit’in enerjisi tükeniyordu. Sevdiği kadına kavuşmanın huzurunu yaşıyordu. Ona daha uzun süre bakmak istiyordu fakat gözleri ağırlaşmıştı. Şu an bu kadarı onun için yeterliydi. Feray ise yüzleşmek ve tüm meseleleri çözüme kavuşturmakla ilgilenmeyi bırakmıştı. Sadece bu anda kalmak istiyordu. Sandalyesinden kalkıp yatakta Reşit’in yanına uzandı. Daha dün onunlaymış gibi hissediyordu. Sevdiği adama sıkıca sarılarak, “Canım… canım… canım…” dedi. Kokusu ev gibiydi. Bu sakin anın içerisinde dinlemeye başladı. “Kalbi, tıpkı hatırladığım gibi atıyordu ama sanki daha ağır… daha yavaş… daha yorgun.” diye düşündü. Başını kaldırıp Reşit’in yüzüne doğru yanaştırdı. Bu sayede Reşit de onun kokusunu aldı. Feray, “Bu sefer bu rüyada kalmak istiyorum.” dedi. Reşit gülmek istedi ama gülemedi. Son bir nefesle, önce Feray’ı saçlarından öptü ve sonra titreyen sesiyle, “Bu rüyayı kalbinde sakla.” dedi.
Feray Haiku’nın sonunu hatırladı. “Titriyor.” Evet titriyordu. Titreyen Reşit miydi acaba? Ona bakmak için doğrulmaya çalıştı. Ancak doğrulamadı. Karnı ağrıyor ve titriyordu. Kollarının boşta kaldığını fark etti. Ellerini karnına götürdü. Artık cenin pozisyonundaydı. Bir sağına döndü. Bir soluna döndü ve sırt üstü bir vaziyette gözlerini açtı. Bembeyaz tavan. Üzerinde titreyen küçülen ayın soluk ışıkları. “Titriyor.” diye düşündü yeniden ama kim titriyordu? Yatağında yalnız başına uzanmış tavana bakıyordu. Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalışıyordu. Bir süre rüyasını düşündü ama hatırlayamadı. Terlediğini fark ederek battaniyesini üzerinden kaldırdı. Odası hangi ara bu kadar ısınmıştı? Ayağa kalkıp camın kenarına gitmek istedi ama vücudu ağırlaşmıştı. Kalkmak istese de kıpırdayamadı. Garip hissediyordu. Elini kalbine koyup nefesini kontrol etmeye çalıştı. Sonra bunu neden yaptığını anlayamadı. Bir farklılık vardı. Yatmadan önce hissettiği yarım kalmışlık hissi de yoktu. Sanki kalbine bir şey koyarak uyanmıştı. Tam hissediyordu.
Derin bir nefes aldı. Bir kez daha ayağa kalkmayı denedi. Bu sefer kalkabildi. Küçülen ayın ışıkları odasına doluyordu. Hafifçe titriyorlardı. Feray, cama yaklaşıp elini göğsüne koydu. Rüyasını hatırlamıyordu ama içinde bir yerlerde hâlâ bir şey titriyordu.
Hiçlik Çemberi
Gerçeklik nerede başlar, hayal nerede biter? Bu hikaye serisinde aynı evrende var olup birbirlerinin hayali, rüyası ya da gerçeği olan üç karakterin (Nevin, Reşit ve Feray) öyküsünü kaleme aldım. Gerçekliğin kaygan zemininde bir tamamlanma yolculuğunu işlemek istedim. Soyut bir “hiçlik” içinde dahi sevginin ve özlemin nasıl şekillenebileceğini düşünmek kendi adıma heyecanlıydı. Bu yazı taslakları belki ilerleyen zamanda geliştirilir. Bu serinin diğer yazılarını incelemek isterseniz: