Biz Bize
Kasım 3, 2024
Rüyada Saklambaç
Aralık 4, 2024

Küçük Prens & Oya Abla

Kahramanın yola çıkışı her zaman en sevdiğim hikâye unsurlarından biri olmuştur. Kimi zaman kahraman yola çıkmaya hazırdır ve fırsatını bulması yeterlidir. Kimi zaman ise kahraman direnç oluşturup yanaşmaz. Sonrasında tetikleyici olay gerçekleşir veya bir bilgenin farkındalık oluşturmasıyla kahraman yola çıkar. O noktada kahramanın yolda olmak için bir nedeni vardır. Uğruna çalışır, ilerler ve engelleri aşar. Nedenini unuttuğunda yavaşlar veya dönesi tutar. Ancak bir destekleyici unsur vardır. Mesela anlam yüklü nesneler ya da hatıralarını canlandıran bazı deneyimler. Böylelikle kahraman yolculuğuna devam eder. Öyle ya da böyle bahsettiğim kahramanın yolculuğu, aşamalar ve detaylar noktasında inanılmaz çeşitlilik gösterir. 

Kendimi bildim bileli merak ile hikâyeleri tartıyorum. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere kendimi, yazdığım hikâyenin başkahramanı olarak görüyorum. Aynı şekilde diğer insanları da onların hikâyelerinde başkarakteri olarak algılıyorum. Bundan dolayı karşılaştığım kişilerin anlatıları arasında dolaşmak, bir kitapçıda rafların arasında gezmek kadar huzurlu geliyor. Elbette enerjimin yettiği kadarıyla geziyorum. İnsan her zaman sosyalliğe açık olmayabiliyor. Bu noktada da geçmiş ve sentez ürünler imdadıma yetişiyor. Tarih, romanlar, filmler, diziler ve dahası. Sürekli geziniyorum hikâyelerin arasında. Şu noktada bu gezinti ve sabır isteyen yolculuğun bana en çok sordurduğu sorulardan birisi, “Günümüzün kahramanları en çok hangi toplumsal sorundan etkileniyor?” Bu soruya kapitalist ve dijital dünyanın tüketiciliği cevabını vererek üzerine konuşmak isterdim. Ancak benim ulaştığım cevap çok uzun zamandır aramızda olan bir sorun. Bana kalırsa bu konuda yazılmış en güzel kitaplardan biri Viktor Emil Frankl tarafından yazılmış İnsanın Anlam Arayışı kitabı. Bu arayışa en güzel cevabı veren kitap ise Antoine De Saint-Exupery’nin yazdığı Küçük Prens’tir.

Çağımızın toplumsal nevrozu bence varoluşsal boşluktur. Kapitalist düzen ve dijital dünyanın tüketim çılgınlığı da bu boşluğu azdıran etkenler olabilir. Özünde varoluşsal boşluk, insanın anlam arayışı sırasında bir anlam bulamaması ve boşlukta kaldığını hissettiği bir durumdur. Hayattan keyif alamama, tükenmişlik hissi, derin yalnızlık duygusu ve motivasyon kaybı da çeşitli belirtileridir. Hele ki ekranlarımızdan bize pompalanan bu kadar çok materyalist imge varken fani dünyalarımızın yetersizliği içinde bu boşluğa sürüklenmemek gerçekten zor. İrademiz, erdemlerimiz ve hayatla olan ilişkimiz ne kadar kuvvetli olursa olsun biraz buradan geçmek gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü varoluşsal boşluk çok uzun zamandır aramızda ve hayatımızın mutlak bir parçası. Shakespeare’in Macbeth’indeki “Hayat, yürüyen bir gölgedir… Anlamı olmayan bir hikâye” sözlerinden bu yana anlam arayışı sürüyor. Bugünlerde işten yeni çıkmış bir arkadaşım kahve içerken, “Bütün bu çalışmaya ve başarı paylaşımlarına rağmen gereksiz hissediyorum.” diyebiliyor. Muhtemelen insanlığın tüm tarihinde bulunan bu sorun çözülüp bitmekten ziyade cevaplanıp sürdürülmeye ihtiyaç duyuyor olabilir.

Dönelim sorunumuzun kendisine. Günümüzün kahramanları en çok hangi toplumsal sorundan etkileniyor? Evet, varoluşsal boşluk. Milyarlarca hikâyenin milyarlarca kahramanı var ve görebildiğim kadarıyla günümüzün kahramanlarını yola çıkartma noktasında en popüler neden bu boşluğu doldurma çabası. Bir diğer deyişle anlam arayışı için düşüyoruz yollara. Peki ne kadar başarılıyız? Anlam arayışını başarılı kılabilecek doğrular ve yanlışlar nedir? Üzerine delice düşünüp bir derinlikte kayıp mı olmalı yoksa akışa teslim olup göz önündeki sade güzellikleri mi tercih etmeli? Şahsen net bir fikrim olmamakla beraber yola çıkmanın ve yolda olmanın yaşamanın kendisi olduğuna inanıyorum. Hatta insanların bir anlam arayışına başladıkları anda hayatlarının kahramanı olabileceğini savunuyorum. Herhangi bir anlam arayışı olmadığı sürece, ne insanlığımızı deneyimleyebileğimizi ne de hikâyemizin kahramanı olabileceğimizi düşünmüyorum. Küçük Prens’in yalnızlıktan sıkılarak dost araması ile hikâyenin başladığını unutmayalım. İyi ki de çıkmış yola. Bugün varoluşsal boşluğu doldurmak üzerine üstüne konuşabileceğimiz bir hikâyemiz daha var.

Anlam arayışına Küçük Prens kitabının çok iyi bir cevap verdiğine inanıyorum. Dünyada dört yüzden fazla dil, lehçe ve ağızda yayınlanmış olan bu kitabın dünyanın en çok satan üç kitabından birisi olmasının önemli sebepleri var. Çok katmanlı bir kitap olması sebebiyle her okuyanın farklı detaylar yakalayabilmesinin yanı sıra her okuyuşta size de farklı detaylar sunabilen bir kitap. Bu kadar yoğun ve zengin bir akışa sahip olmasının arkasında birçok neden var. Kitabın hikâyesini yazarın kısmen deneyimlemiş olması, yazıldığı tarih itibariyle II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu karanlığa cevap verme isteğinin bulunması ve ilk başta bin civarı sayfayken editörün önerisiyle kitabın kısaltılmış olması… Öyle ki bu kitabın kısaltılma sürecinin mantığına dair direkt olarak yazarın şöyle bir sözü bulunmakta: “Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.” Belki bu söz kitabın bu kadar öz ve yoğun olmasını daha iyi açıklıyordur.

Kitabın ana karakteri çıktığı yolculukta birçok gezegene uğrar. Uğradığı gezegenlerde yetişkinlerin sıkışmış düşünce yapıları ile yüzleşir. Hiçbiri onu tatmin etmez ve anlam arayışı devam eder. Yedinci gezegen olan dünyaya geldiğinde tilki ile karşılaşır. Tilki ona varoluşsal boşluğu doldurmanın maddi değil, manevi bir bakışla mümkün olduğunu göstermek için, “İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.” der. hikâyenin devamında Küçük Prens hayatımızı anlamlandırmak için bizlere birçok ipucu verir. Kitabın yetişkinlere bir eleştiri mektubu tadında olması ve bizleri “unutulmuş çocukluk hayalleri” üzerine düşünmeye teşvik etmesi en güzel mesajı olabilir. İnsanın anlam arayışını evrensel bir dille işlemeyi başarmış olması da onun bu kadar çok okunmasının ana sebebidir desek yalan olmaz.

Viktor Emil Frankl’ın anlam arayışı için önerdiği üç temel yoldan birisi olan fedakarca sevmeye dair Küçük Prens’ten iki alıntı bırakmak istiyorum. Belki bu alıntılar delirip derinliklerde kaybolmaktansa gözümüzün önündeki sade güzellikleri tercih etmek konusunda bize ilham verir:

“Eğer bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seversen yıldızlar güzel gözükür.”

“Çölü güzel yapan şey, bir yerlerde bir kuyu saklıyor olması.”

Yine de halen bir çölde yaşadığınızı hissediyorsanız gelin sizinle bir vahayı görelim. Oya Abla ile bir mahalledeki çiçeği daha tanıyalım. Kendi anlam arayışında bir kahraman olan Oya Abla’nın hikâyesine bakalım.

Oya Abla

2017 yılında merakım ve deneyimleme dürtüm ile vegan yaşamı anlamak istemiştim. Bundan dolayı o yıl eylül ayında bir serüvene başladım ve tam bir buçuk yıl boyunca vegan yaşadım. Sonrasında ise hep veganlığı gözeterek bir hayat tarzı benimsemeye gayret ettim. Fakat geri dönmedim. Benim için vegan olmak hikâyemin bir bölümü oldu. Bazıları için ise hikâyesinin tamamının kapsıyor. Mesela Oya Abla’nın hikâyesi benim için her zaman çok kıymetli olmuştur. Veganken karşılaşıp arkadaşlık kurabildiğim ve ortak bir bölüm yazabildiğim bir kahraman o.

Henüz on günlük bir vegan olarak 2017’nin imkanları arasında zorlanırken yolum İstiklal Caddesi civarında bulunan Community Kitchen’a düşmüştü. İlk defa vegan iskender yemenin bana verdiği umutla beraber mekanın sahibi Oya Abla ile tanışma fırsatım olmuştu. Bu iskenderi yaptığı Seitan adı verilen cevher de neydi? Bu tarifi nasıl bulmuştu? Neden böyle bir mekanı vardı ve nasıl vegan olmuştu? Birçok soru sormuştum. Ardından Oya Abla kendi tarzında soruları, kahkahalarıyla satır başı yapmak koşulu ile cevaplamaya başlamış ve yeniden sormam için bazı soruları havada bırakmıştı. Yıllar süre geldi, ben soruları sormaya ve o da ona has anlatısına devam etti. Mekanlar sürekli değişti ama onun oluşturduğu ortamın enerjisi hiç değişmedi. Veganlık ve hayvan hakları için göstermiş olduğu mücadele, veganlığın anlaşılması için verdiği emek ve mutfağını insanların toplanabileceği ortak bir alan olarak kullanma gayreti onun ön plana çıkan güçlü yanları oldu. Herkesin mutfağına uğrayıp maharetini tatmasını ve bir parça hikâye dinlemesini öneririm.

Oya Abla aslında belli standartları olan bir genç olarak normal hayatını sürdürürken sonradan şu anki akışına geldi. Olayların gerçekleşmesine sırasına baktığımızda Oya Abla, Bursa’da Uluslararası İlişkiler bölümünü okuyup yüksek lisans yapmak üzere Amerika’ya gidiyor ve eğitimini tamamlayınca Türkiye’ye dönüyor. Bu noktada olayların akışı kariyer, eş ve aile şeklinde ilerlemek yerine farklı bir yöne sapıyor. Oya Abla o dönemde babasını kaybediyor ve akabinde anlam arayışı ile İtalya’ya gidiyor. Floransa Üniversitesi’nde aşçılık ve gastronomi üzerine çeşitli eğitimler alıyor. İtalya’dan dönmesinin devamında yıllarca İtalyan mutfağı üzerine aşçılık yapıyor.  Bir yandan da eğitimler veriyor, atölyeler yapıyor ve birtakım sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştiriyor. Onu hiç beklemediğiniz bir anda Ebru sanatı ile uğraşırken de bulabiliyoruz. Oya Abla, hayatı anlamlandırmak için dolu dolu yaşayan birisi oluyor. Ancak kahramanımız, asıl mücadelesi ve uğruna yaşayacağı anlamı ilerleyen zamanda buluyor.

Bazen düşünmeden edemiyorum. İnsanı, insanlar mı yoksa hayvanlar mı daha çok etkiliyor? Çünkü Oya Abla’nın yola çıkışını mümkün kılan Dombik isimli köpeğinin bakışlarındaki sessizlik oluyor. Geçtiğimiz yıllarda Balat’ta yapılan bilinçsiz bir fare zehri ilaçlamasından dolayı ölen Dombik, Oya Abla’nın hayatında aşçılık yaptığı yıllarda kocaman bir etki oluşturuyor. Onun bakışlarında gördüğü duygular, mahzunluğu ve sunduğu arkadaşlık Oya Abla’nın hayvanlara çok farklı bir bakış açısı geliştirmesini sağlıyor. İçinde büyüyen merhamet ve dostluğun mantığı onu vegan yolculuğuna çıkarıp bugünlere ulaştırıyor. Artık tam anlamıyla bir vegan, kendine has vegan tarifleri olan bir işletmeci, hayvan hakları savunucusu, veganlığın etik tarafı üzerine düşünür ve gençler için bu konularda bir öğretmen.

Oya Abla’nın tam anlamıyla veganlığa geçiş anı bana kalırsa çok özel bir hikâye barındırıyor. Dombik’in etkisiyle vegan olan Oya Abla’nın unutamadığı şöyle bir gün var. O sıralarda çalıştığı restorana bir gün yüklü miktarda somon balığı geliyor. Ondan bu balıkları ayıklaması, nizami bir şekilde parçalaması ve kullanılmaya hazır etmesi isteniyor. Ancak artık o eşiğine ulaştığı için bunu yapamayacağını fark ediyor ve yapmak istemediğini belirtiyor. Bir kereye mahsus o gün de bu işlemi yapması ve gerekirse yoluna devam etmesi söyleniyor. Oya Abla da bunun üzerine bir karar alıyor. Son kez mutfağa giriyor. Utana sıkıla ayıklamayı gerçekleştiriyor. Hareketleri tahammülünü zorlamaya başlasa da o somonu nizami olarak 17 parçaya ayırıyor ve kullanılmaya hazır ediyor. Peşinden ise kendi mekanını açma kararı alıyor ve çıkışını gerçekleştiriyor. Elbette vegan denemeler yapmak üzere çalıştığı bir kafe ve geliştirdiği vegan lezzetleri insanlarla test etme süreci oluyor. En sonunda ise 2014 yılında Community Kitchen açılıyor. Önce lazanya, iskender ve mantı olmak üzere üç ana vegan yemek yapıyor. Ardından servis genişliyor ama amatör ruhu hep korumaya özen gösteriyor.

Aradan nereden bakarsanız on yıl geçmiş. Ben kendisi ile 2017’de tanıştığımda her hafta cuma günü gerçekleştirdiği açık büfelerle hayatımızın rengini koruyorduk. Öğrenci dostu açık büfesi sayesinde cuma günleri tıka basa yemek yiyip farklı ülkelerden gelmiş olan insanlarla muhabbet ediyor ve arta kalan yemekleri paketleyip eve götürüyordum. Bu sayede haftanın bir bölümünde vegan mutfağının zengin yönü ile keyiften dört köşe oluyordum. Hala oraya gittiğimde tek de olsam o cuma günlerinin sıcak ortamını hatırlar ve mutlu olurum. 

Şimdilerde Oya Abla, birlik ve beraberliğe inandığı için kurduğu Community Kitchen işletmesini, İstiklal civarında Serdar Ekrem Caddesi’nde hayatta tutmaya devam ediyor. Beşinci olan bu yeni mekanında eğitimlerin yanı sıra çeşitli  etkinlikler gerçekleştirmeyi istiyor. Aynı Küçük Prens gibi çıktığı bu yolculukta Amerika’da eğitim gezegenine, İtalya’da aşçılık gezegenine, Dombik’in yaşadığı anlam gezegenine, veganlığı kurcaladığı etik gezegenine ve son olarak Community Kitchen’ı kurduğu dayanışma gezegenine uğruyor. Tilki’nin sırrı gibi, Dombik’in bakışları da Oya Abla’ya hayatındaki anlamı yüreğiyle görmeyi öğretiyor.  Küçük Prens’in yetişkinlerin sıkışmışlığına eleştirisi gibi Oya Abla da toplumun bilinçsizliğine karşı dayanışma ve farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Her ne kadar toplumun bilinçsizliği yüzünden dostu Dombik’i kaybetmiş olsa da bu anlam uğruna mücadelesini sürdürüyor. Çünkü fedakarca seviyor ve hikâyesinden vazgeçmiyor. Tıpkı Küçük Prens’in tilkiden aldığı öğreti gibi, Oya Abla’nın hikâyesi de aslında bize şu soruyu soruyor:

“Yüreğimizle bakmayı öğrenebildik mi?”

Çünkü bir kahramanın anlam arayışındaki öz, ancak yüreğiyle baktığında görünür hale gelir.

 

Not: Yazıyı okuduktan sonra sizleri Dilay Dal’dan “Kirli Ellerin” şarkısını dinleyip okuduklarınızı düşünmeye ve kahramanı olduğunuz hikâyedeki öfkeleri bulmaya davet ediyorum.

________________________________________________________________________________________________

Aykuşağı Hikayeleri

Hayat ile bağ kurmak için hepimizin tutunduğu gerçekler vardır. Kimisi için maddi ve kimisi için manevidir. Ben en çok soyut olanlardan etkilenirim. Merak, hayal ve güven gibi. Somut olanlardan ise kopamam. Aile, arkadaş ve plan gibi. Ancak arafta kalan bir kavram vardır benim için. Soyut ile somut arasındaki bağı anlatılır kılar. Hikayeler! Bu seri ile beraber hayat bağımı perçinlemeye çalışmak istiyorum. Belki birlikte bir hikaye keşfederiz?

  1. Bir Hikaye Daha Anlat
  2. Kırmızı Pazartesi & Fasih
  3. Şeker Portakalı & Sibel Hanım
  4. Küçük Prens & Oya Abla


Paylaşmak Güzeldir:

M. Haluk Ovacık
M. Haluk Ovacık
Tutkusu hikayeler olan ve öğrenip gelişmek için yaşayan bir etki girişimcisidir. Hayallerini gerçekleştirmek için arkadaşlarının ideallerinin bir parçası olmaya özen gösterir. Hedefi davranışsal iktisat alanında uzmanlık geliştirerek ekolojik sürdürülebilirliğe katkı sağlamaktır. Kendisini toplumsal etkiyi hızlandırmak için gençliğe bulaşmış bir halde veya Simurg'u anlatırken bulabilirsiniz.