Muhtemelen her şey uyumadan önce başladı.
Henüz okuma ve yazmayı bilmiyordum. Görsellerine bakabildiğim tüm çocuk kitaplarımı tüketmiş ve sıkılmıştım. Kuzenimde olan masal kasetlerinden bizde yoktu. Uyuyabilmek için zihnimde görseller görmek istiyordum ve bana bir hikaye gerekiyordu. Bütün gün sınıf öğretmenliği yaptığı için genellikle yorgun olan annem bir gün gecenin sonunda sahip olduğu son enerji ile benim için bir hikaye üretmeye başladı. Tavşan kardeş yola koyuldu. Sonra ağaçlar kendi arasında konuşmaya başladı. Leylek şarkı söyleyerek yere indi. Dalgalar dans etti ve ben her gece uyumadan önce bir hikayede sürüklenmeye başladım. Her hikaye bitişinde “Bir hikaye daha anlat anne” diyordum. Annem uyursam ertesi gün yenisini dinleyebileceğimi belirtiyordu. Ben de bunun peşinden uyuyordum. Böylelikle hikayelerle olan tutkulu ilişkim başlamış oldu.
Küçüklüğümde yurt dışında olmamız sebebi ile okuma ve yazmayı annem öğretti bana. Bulabildiğim her çocuk kitabını okuyordum. Çünkü artık o görselleri bir de yazılar büyütüyordu zihnimde. Her yazarın hayal dünyası ve resmettiği istikamet farklı oluyordu. Bazen okuduğum hikayelerden dolayı heyecanlanıp devam edemiyor bazen de korkup geceleri kabus görüyordum. Beni bu kadar etkiliyor olabilmeleri çok şaşırtıcı geliyordu. Çocuk aklımla daha ne olabilir ki diyebildiğimi hatırlıyorum. Bunu yıllarca demeye devam edecektim.
Okumayı öğrendiğim aynı yılın içerisinde bir DVD hediyesi geldi. Henüz 7 yaşındaki ben, Hayao Miyazaki tarafından yapılmış olan “Ruhların Kaçışı” filmi ile tanışmıştım. Ekranda bir oraya bir buraya sürüklenen DVD logosu eşliğinde filmi taktım ve televizyonun karşısına geçip halıya bağdaş kurdum. Ne izleyeceğim konusunda bir fikrim yoktu. Filmin kapağında endişeli bakışları olan bir kız vardı. Sonra o klasik sekans başladı. Yıllar boyunca her yıl izleyeceğim o sahneyi ilk defa heyecanla izliyordum. Türkçe dil seçeneği olmadığı için konuşmaları anlamıyordum. Ancak bu sadece sürükleyiciliğini arttıran bir detaydı. Film boyunca bir kızın endişeli yüz ifadesinin farklı karakterlerle vakit geçirdikçe kendinden daha emin bir hale büründüğünü görüyordum. Filmin başında kendinden emin gözüken bir diğer karakter, artık çok net bildiğim adı ile Haku, ise kız ile vakit geçirdikçe gülümsüyor ve daha samimi bir karaktere dönüşüyordu. Film ilginç bir şekilde huzurlu ama bir parçamın eksik olduğunu hissetmemle bitmişti. Bana bir filmin anlattığı hikaye ilk defa böyle dokunabilmişti. Daha fazlasını istediğimden şüphe duymuyordum.
Gel zaman git zaman yıllar ilerlemeye devam etti. Daha fazla kitap okudum ve daha fazla film izledim. Yazarlar ile hikayelerinde kayboldum. Filmler ile gerçekliğimden koptum. Ruhların Kaçışı filmini her yıl izlemeye devam ettim. “Rüzgarlı Vadi”den “Prenses Mononoke”ye kadar bir Miyazaki külliyatını yaladım yuttum. İlköğretim yıllarım cebimde para olduğu her an film CD’si kiralamak ile geçti. 5. sınıfta evimize internet geldiğinde ise önce “LOST” ve sonra “Avatar: The Last Airbender” dizileri ile tanıştım. Dünyam genişlemeye devam etti. Kitaplar, filmler, diziler ve büyüdükçe gerçek hayatın ta kendisi…
Kitapları seviyordum ama bana bir hikaye sunmuyorsa daha kolay sıkılıyordum. Filmleri keyifli buluyordum ama bana bir hikaye sunmuyorsa önceliklendirmiyordum. Diziler zaman geçirmek için iyi bir tercihti ama bana iyi bir hikaye sunmuyorsa yanlış hissedebiliyordum. Lise yıllarımın bir noktasında fark ettim ki ben hikayeler konusunda çokça tutkuluydum. Tüketmekten keyif aldığım her şeyin ortak noktası buydu. Bunun üzerine düşünmeye başladım. Markalar, tarihi figürler, etkileyici olaylar, politik başarılar ve daha birçok örnek aslında başarılı bir hikayenin sonucuydu. Hayatın kendisi aslında bir hikayeydi. Hemen internete “hikaye felsefesi” yazdım. Ancak aradığımı bulamadım. Ben de kendi başıma düşünüp yaşamaya karar verdim. Sanırsam benim felsefeye darıldığım an da odur. Ancak kendimi inşa etmemi sağlayan da budur. Çünkü hayatı bir hikaye olarak görmeye başladığımda her şey çok netleşmeye başlamıştı benim için. Artık tüketmenin ötesinde üretebilecek bir karakterdim ben. İstersem akışına bırakabilir ve bir hikayenin parçası olabilirdim ya da arzu ettiğim hikayenin mümkün olması için istediğim karaktere dönüşebilirdim.
Önce çok basit baktım hikayelere. Dört ana öge: Kahraman, olay, yer ve zaman. Hikayemin kahramanı bendim, hayal ettiğim bir olay/durum vardı, nerede ve ne kadar sürede yapacağımı hayal ediyordum. Fakat bunlar yetmemeye başladı. Kahramanı yola çıkaracak olan ne idi? Onu motive edecek ve yolda tutacak olan neler olabilirdi? Sonuca ulaştıktan sonra her şey başa mı saracaktı? Hepsinin farklı cevapları olabilirdi. Araştırmalarım beni Joseph Campbell’a sonra monomit kuramına ve kahramanın yolculuğu döngüsüne ulaştırdı. Bambaşka detaylar gördüm ve aydınlandım. Artık tüketmenin ötesinde kendim bir hikayeydim. Yaşadıkça, düşündükçe, hayal ettikçe ve harekete geçtikçe hikayemi şekillendirebiliyordum. Tabi hikaye tüketim şekillerim de zenginleşiyordu. Oyun sektörü interaktif hikaye anlatıcılığı ile beni her geçen gün daha çok etkiliyor ve kendimi hikaye anlatma konusunda tutkulu olan oyun stüdyolarını takip ederken buluyordum. Hatta tüketim şeklim günlük hayata kadar inmişti. Herhangi bir esnaf, sokakta yürüyen bir teyze, bankta yanıma oturan bir amca, arkadaş ortamına sonradan katılan tanımadığım o kişi… Herkesin bir hikayesi vardı ve yeterince dikkatli dinlediğimde hoşuma giden detaylar görebiliyordum. Elbette her an her şeyi tüketmiyordum ama ara ara modum oldukça hayatı bu şekilde yaşayabilmenin tadı güzel geliyordu artık.
Yaş aldıkça okudum, dinledim, izledim, oynadım, hayal ettim ve yaşadım. Hepimiz gibi. Belki hikayeler konusunda biraz ekstra dikkat etmiş ve oburluk yapmışımdır. Kendimce hikayeler yazıp bir de çizmişimdir. Bütün bir gençliğimi hayal ettiğim hikayeyi yazmak için yaşamış da olabilirim. Bunun sonucunda bugün Simurg Derneği’nin varlığı, şu an yazı yazdığım Zümrüdüanka Dergisi’nin ilerleyişi ve onlarca insanın eşsiz öyküsü hayatımın paydaşı olmuştur. Çok da güzel olmuştur, arttırıyorum, harika oldu!
Hikayeler benim için çok kıymetliler. Paylaşabileceğim birçok his ve alegori var bu konuda. En çok da hikayesi ile paylaşmak istediğim insanlar var. Bundan dolayı bir yazı serisi olarak devam etmek istiyorum. Her yazıda hikayelere kendi bakış açımdan ufak ufak dokunmayı ve her yazı ile beraber hikayesini paylaşmak istediğim bir insanı size anlatmayı planlıyorum. Bu ilk yazı ile nasıl buraya sürüklendiğimi ve hikayeleri sevmeye başladığımı anlatmak istedim. Ne çok farklı ne de çok basit benim dünyamda. Ancak oldukça özel. Çünkü bu bir tutku.
Aykuşağı Hikayeleri
Hayat ile bağ kurmak için hepimizin tutunduğu gerçekler vardır. Kimisi için maddi ve kimisi için manevidir. Ben en çok soyut olanlardan etkilenirim. Merak, hayal ve güven gibi. Somut olanlardan ise kopamam. Aile, arkadaş ve plan gibi. Ancak arafta kalan bir kavram vardır benim için. Soyut ile somut arasındaki bağı anlatılır kılar. Hikayeler! Bu seri ile beraber hayat bağımı perçinlemeye çalışmak istiyorum. Belki birlikte bir hikaye keşfederiz?