Kolombiyalı bir yazarın ardından Brezilya’ya geçiyoruz ve Latin Amerika’dan devam ediyoruz. José Mauro de Vasconcelos’un bizleri küçük bedenlerimize dönmeye ikna ettiği Şeker Portakalı kitabını okudunuz mu? Okumadıysanız eğer muhakkak okumalısınız. Zezé’yi tanımalı ve çocukluğunuzda yaşadıklarınızı avuçlarınıza dağıtarak bulunduğunuz hayata sarılmalısınız. Çünkü bu kitap bir ruhun boğuluşuna dair çok ciddi bir öyküleme gerçekleştiriyor. Yazarın yaşanmışlıklardan esinlenerek beş yaşındaki Zezé ile bize bir dramayı aktarması söz konusu. Kızılderili kökenlerinden geldiğini düşünmek istediğim harika bir nefes aldırma kabiliyetinin de bu dramaya eşlik ettiğini belirtmeliyim. Knut Hamson’ın Açlık kitabında okuyucuyu neredeyse boğmaya çalışmasının aksine José Mauro de Vasconcelos buruk da olsak hayata devam etmelisiniz mesajını veriyor. Ben de sizlerle beraber, Zezé gibi içine düştüğümüz hikayeleri ele almak istedim.
Şeker Portakalı’nı yirmili yaşlarımın ilerisinde okudum. Hatta bu yazı için bir kez daha okuyup hatlarını hatırlamak istedim. Annem ile babamın ortaokul yıllarım itibari ile yıllar boyu okumamı sıkça önerdiği bir kitaptı. Kesinlikle okuyacağım dememe rağmen yıllarca kendimi çevresinden dolanırken buldum. Hiç ön bilgi almadığım veya denk gelmediğim için kitap hakkında her türlü hayali kurma vaktini bulabildim. Acaba çok güzel mesajlar vardı da mı annem önermişti? Yoksa önemli hayat dersleri olduğu için mi babam altını çiziyordu? Bilmiyordum. Bazen kitabı elime alıyor ve diyordum ki: “Bu kitap herhalde beni bir güzel dağıtır ve içimi karartır. İyisi mi ben bunu mutluyken okuyayım.” Başka bir zamanda ise yine kütüphanemde denk geliyor ve bu sefer: “Herhalde umut ve hayata devam etmek konusunda insanı beslemek isteyen bir kitap. Ben en iyisi biraz mutsuzken bu kitabı okuyayım.” diyordum. En son hayat küçük bir espri ile ne mutlu ne de mutsuz olduğum bir anda bana bu kitabı bir trende okuttu. Ne geldiğim yerdeydim ne gittiğim yerde. Başlamam ile bitirmem bir oldu.
Kitabı okurken kendimi Zezé gibi hayal edemedim. Daha çok konuştuğu ağaç ve Portuga gibi hissetim. O şekilde sahneyi Zezé’ye bırakmak ve ona şahit olmak kendi hayatımı düşünmemi kolaylaştırdı. Düşünceler beni içine düştüğümüz hikayelere itti. Hepimiz kendi hikayemizin ana karakteriyiz elbette. Yaşamımız boyunca da irili ufaklı on binlerce hikâye yaşıyoruz. Bazılarını biz yazıyoruz. Bazılarının ise içine düşüyoruz. Birileri bize yardımcı karakter olarak uğruyor ve birçok kez de biz birilerine yardımcı karakter olarak eşlik ediyoruz. Bu büyüleyici etkileşim hayat boyu sürüyor. Şahsen benim için paylaşmak çok kıymetli. Çünkü üzerine konuşamadığım sürece hikayemin güzel olması o kadar da anlamlı değil. Aynı şekilde paragraflarında kaybolmaktan inanılmaz keyif alacağım bir başkasının hikayesini paylaşmak da çok değerli. Hatta paylaşmayı daha ileriye götürelim. Bazen insanlarla direkt olarak ortak bir bölüm yazmak mümkün. İnişleri, çıkışları, acıları, hazları ve tüm duyguları ile hikâyeyi eş yürütmek hayatın muhtemelen zirve noktalarından birisi. İddiamı biraz güçlendireyim. Para ile alınabilecek her şeyin alınmasından öte bir zirve olduğuna inanıyorum. Ancak bizi bu zirveye götüren yolun tuhaf bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Zirveye tek seferde çıkmak mümkün değil. Mümkün olduğuna inananlar muhtemelen tepeceğinde mutlu olmayı seçmiştir. Gerçekten çıkmak isteniyorsa o noktaya defalarca kez yolda düşmek gerekiyor. Bence içine düştüğümüz hikayeler aslında mutlak olarak yazmak istediğimiz tek hikâyenin tuğla taşları. Ah Zezé! Neler düşündürdün bana görüyor musun? Sanırsam seni hatırladığım kadarıyla ele almalı ve yeniden okumamalıydım. Gerçi okumadan hatırlayamazdım acının şu güzel tarifini:
“Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.”
Hayatı yaşamanın tek bir yolu olsaydı herhalde hepimiz çok rahatlardık. Tüm belirsizlikler ortadan kalkar, önce ilkokula gider, sonra liseye tamamlar, üniversite okur ve aldığımız diploma ile bir işe başlayıp emekli olmak için yaşardık. Fakat maalesef hayat böyle bir yer değil… Hayat, zirveye çıkarken içine düştüğümüz hikâyeleri tamamlayıp zirveye ulaşmamızdan ibaret de değil. Kimi zaman içine düştüğümüz bir hikâye büyüyüp hayatımızın da kendisi de olabiliyor. İşte tam bu noktada 2017 yılında yollarımızın kesiştiği Sibel Hanım’ı size anlatmak isterim.
Sibel Hanım
2017 yılının yazında bir öğrenci olarak evim yoktu. Tanıdığım insanlarda göçebe olarak konaklıyordum. Kedim Araf da aynı şekilde ona bakmaya gönüllü olan arkadaşlarımda geçici olarak kalıyordu. Yaklaşık her 2-3 haftada bir kedimi bir başkasına taşıyordum. En sonunda kalacak yerleri tükettik ve Araf için yazın bitimine kadar kalacağı bir yer bulmam gerekti. Pek param yoktu ama bir şekilde öderim niyeti ile kedi pansiyonlarını araştırmaya başladım. Bayram arifesi olduğu için nereyi ararsam arayayım dolu olduklarını söylüyorlardı. Kutusunda Araf ve ben bir parkta oturmuş internetten bulduğum yerleri aramaya devam ediyordum. En sonunda Bomonti civarında bir yere denk geldim. Aradım, yer var dediler ve hemen gittim. Gittiğim pansiyon o gün daha yeni açılıyordu. Sahibi Sibel Hanımla da bu şekilde tanışmış olduk. Arka bahçesinde birkaç arkadaşı, ben ve kendisiyle oturup çay içtik. Böylelikle ilk müşterisi oldum.
Yaz bitene kadar fırsatım oldukça Araf’ı ziyarete gittim ve vakit geçirip Sibel Hanım ile lafladım. Böylelikle hikayesini öğrenmeye başladım. Kendisi oldukça fazla hayvansever birisiydi. Pansiyon için kullanılan dairenin yan dairesi kendi eviydi. Annesi, ilk hayvanı olan köpeği Tarçın ve beş kedisi vardı birlikte yaşadığı. Apartmanın arka bahçe boşluğunda ilgilendiği onlarca kedi bulunuyordu. Açtığı pansiyonu ise hayvanlarla ilgilenerek kendisi için sürdürülebilir bir gelir modeli oluşturmak için açmıştı. Annesi de oldukça hayvansever birisiydi ve bir İstanbul hanımefendisi olarak iletişim kuruyordu. Benim gözümde kendi mücadelesini keşfetmiş bir aileydiler. Zaman geçtikçe hikâyeleri benim nezdimde özel bir yer edindi.
Yaz bittiğinde eve çıkmıştım ve artık kalacak bir yerim vardı. Araf’ı almak için Sibel Hanım’a gittim. Eve çıkış sürecinden dolayı aslında hala param yoktu ancak bir ödeme planı rica edecektim. Sibel Hanım o gün oturduğumuzda ne kadar param olduğunu sordu. Cevap vermedim ve bir ödeme planı rica ettim. Sonra bana bir süre baktı. “Sen akıllı bir öğrencisin. Ben kedine bakmış olayım bu sefer. Sen de gelecekte iyi para kazandığında buradaki yumurcaklara mama alırsın. Olur mu?” dedi. İtiraz edebilecek durumda değildim. Olur dedim. Bu noktadan itibaren kendisi Sibel abla oldu benim için. Değer verdiğim bir büyüğüm olarak hikâyeme dahil oldu. O günden sonra Sibel abla yatağım olmadığında bir tanıdığından bana yatak ayarladı. Bazen mama hediye etti. Bazen ise kedi malzemeleri hediye etti. Aynı zamanda dertlendiğimde ziyaret edip ufak da olsa işlerine yardım edebildiğim birisi oldu. Bu süreçte Sibel ablanın hayatındaki değişimleri de görüp izleyebilir oldum. Baktığı hayvanların sayısı sürekli artıyordu. İstisnasız her gün sabah ve akşam ilgilenilmesi gereken felçli bir kedisi olmuştu. Köpeklerinin sayısı önce iki sonra üç ve en sonunda beş oldu. Kediler beş taneydi ve bir baktım yirmi tane oldu. Pansiyonun yarısı Sibel ablanın ilgilendiği kendi hayvanları veya tedavisi ile uğraştığı sokak hayvanları ile doluydu. Bahçedeki veya mahalledeki kalabalığı saymıyordum bile.
Sibel ablaya eşlik ettiğim süre boyunca topluma karşı tepkimin arttığını hissediyordum. Çünkü herkesin hayvansever olduğunu iddia ettiği ve paylaştığı bir dönemde nasıl oluyordu da bir kadın bu kadar çok hayvanın sorunu ile ilgilenmek zorunda kalıyordu? Tam tersine hayvanseverlerin çok olduğu bir toplumda zor durumda olan hayvan bulmak güç olmalıydı. Oysa bazı insanların pansiyona getirdiği hayvanların hali sokak hayvanlarından beter durumdaydı. Pansiyona bıraktığı hayvanları sonrasında daha fazla bakamayacağım diyerek almaya gelmeyenler oluyordu. Sibel ablanın mücadelesini bilen kim olduğu belirsiz kişilerce sokağında hemen evinin önüne zor durumda olan veya yavru olan hayvanlar bırakılıyordu. Bir kadının vicdanı gözümün önünde resmen toplum tarafından resmen sömürülüyordu. Her gün köpekleri gezdir, felçli kedi ile ilgilen, hayvanları besle, kumları değiştir, tedavisi gelen hayvanları veterinere götür-getir, hayvanları sahiplendirmeye çalış ve bu düzenin finansal akışını yönetmeye çalış. Sizce yönetilebilir duruyor mu? Durmuyor. Varını yoğunu ve birikmişini eriten bir insan anlatıyorum size. Arabası varken artık arabası olmayan birisi. Varsa kalan miraslar her geçen gün tüketmek zorunda kalmış birisi. Tanıştığım günden beri bir gün bile tatil yapmamış bir emekçi. Kendini vicdani bir mücadeleye kaptırmış bir hayvansever. Hatta hayvansever olduğunu iddia edenlerin ortaya çıkardığı boşlukta bu mücadeleye batmış birisi de diyebiliriz.
İleride başarılı olmak için çok sebebim var. Artık bir sebebim de Sibel abla için mamalar almaktı. Halen hayatta ilerlemem gerektiğine dair kendime hatırlatırım bunu. Yine de bu mücadeleye yardım etmek için kısa vadede de elimden bir şeyler gelmeliydi. Ben de sahiplendirme sürecine katkı sunmaya çalıştım. Önce kendim ikinci kedim İris’i sahiplendim. Sonra birer yıl ara ile iki farklı arkadaşım birbirinden güzel karakterlere sahip birer kedi sahiplendiler. Üç kedi sahiplenilmiş ve bir ailenin parçası olmuştu. Diğer bir deyişle Sibel ablanın bakması gereken üç kedi azalmıştı. En azından ben öyle sanıyordum. İşler gün geçtikçe karmaşıklaşıyordu. Pandemi öncesi Sibel ablayı son ziyaretimde pansiyonu olumsuz etkilerinden dolayı kapatmak durumunda kalmıştı. O yüzden tüm hayvanlar artık kendi evindeydi. Annesi taşınmış ve Sibel abla hayvanlarla yoğun bir tempoda yaşamını sürdürür olmuştu. Sahiplendirilen her hayvanın yerine bir başkası gelmişti. Nüfus kesinlikle azalmıyordu. Ne olacak acaba diye düşünürken pandemi başladı. Hayat beni başka akışlara savurdu ve benim Sibel ablayı arayıp görüşelim demem dört yılı buldu. Geçtiğimiz haftalarda Emre ile çıktık yola. Sibel abla ve annesi ile buluşup muhabbet ettik. Ne var ne yok sorduk. Annesi kemoterapiyi yeni tamamlamıştı. Sibel abla ise veterinerde tedavi ettirdiği hayvanları eve getirirken sokakta karşıladı bizi. Oturduk nefeslendik. Öğrendim ki sevgili Tarçın’ı kaybetmişiz. Gerçekten gördüğüm en akıllı köpeklerden biriydi. Sordum şu an kaç hayvan var diye. Beş köpek ve yaklaşık 60’a yakın kedinin olduğunu söyledi. Aynı zamanda felçli kedi ile istisnasız her gün ilgilenip hayatta tutmayı da başarmış. Şaşkınlıkla olayların geldiği seviyeyi dinledim ve sonra da evini ziyaret edip gördüm.
Sibel ablanın evine gelmeyeli yıllar olmuştu. En son geldiğimde Araf ve İris’i Sibel abladan geri almak için uğramıştım. Araf her zamanki sosyalliği ile diğer hayvanlarla beraber kanepede uzanıyordu. İris ise biraz pısırık olduğu için Sibel ablanın gardırobunun arkasına kaçmıştı. Onu oradan çıkarmak için çok ciddi bir emek harcamıştık. Bu kurtarma operasyon esnasında hiç unutmayacağım bir an yaşadık. Tam gardırobu kaydırıyordum ki birden üzerindeki bir valiz düştü yere. İçinden de bir sürü kağıt, zarf ve anılar döküldü. Birlikte toplamaya başladık. Eskimiş kağıtları ve zarfları özenle yerleştiriyorduk geri valize. Dilim çok varmıyordu ama hep de merak etmişimdir Sibel ablanın aşk hayatını. En sonunda sordum: “Nedir bu zarflar Sibel abla? Eski aşklar mı?” Sonra benim topluma köpürmeme bir kez daha neden olacak o cevabı verdi: “Yaşayabildiklerim ve yaşanamamışlıklarım.” Şu an bile kaşlarımın çatılmasına neden oluyor bu anıyı hatırlamak. Gerçekten hepimiz hayvansever olsaydık acaba bu kadın şu an nasıl bir hayata sahip olurdu? Devlet gerekli adımları atıyor olsaydı hayvanlar için mesela neler yaşanırdı? Vicdanı normal bir insana göre hayvanlara karşı çok daha fazla etkili olduğu için kendisinden ve yaşayabileceklerinden sizce vazgeçmemeli miydi? Vicdanı böylesine güçlü olmasaydı ve kendine odaklansaydı onlarca hayvanın kaderi ne olacaktı? Benim verebileceğim iyi cevaplar yok bu sorulara. Sadece 2017 yılından bu yana her geçen gün kendini vicdanına daha fazla adayan birisine şahit oluyorum. Ki ben ara sıra gözüken ziyaretçi bir karakterim. Ana karakter olarak onun yaşadıklarını sadece hayal edebiliyorum.
Sibel abla ile yeniden oturduğumuzda bazı merak ettiklerimi sordum. Bu hayvan sevgisinin ne zaman başladığını sordum ilk olarak. Meğer Sibel abla çok titiz ve hayvanlara mesafeli birisiymiş. Bir gün annesi hayvansever olduğu için kızı da bağ kursun isteyerek tedavi amaçlı baktığı Tarçın’ı getirmiş geçici olarak. Sibel abla başta oralı olmamış. Sonrasında ise Tarçın’ın bakışlarına takılmış gözleri. Kendi hayatı için insanlara muhtaç olmasına ve çaresizliğine dayanamamış. “O gün içimde bir parçanın değiştiğini hissettim ve hayvanların yaşadıklarına karşı derin bir kaygı duymaya başladım.” diye özetliyor yaşadığını. Peki ya Tarçın’dan önce nasıl bir hayatı vardı? Sorduğumda başladı anlatmaya. Tanıştığımdan bu yana asla görmediğim bir insanı anlatmaya başladı. Tam bir eğlence insanıymış meğerse. Yerinde tutabilene aşk olsun. Hayretlerle bu dönüşümü dinledim. En sonunda yıllardır kendisine söylediğim laflarımı tekrar ettim: “Senden geriye bir şey kalmazsa bu hayvanlar ortada kalacaklar. Peki ya sen? Seni de öncelememiz gerekmiyor mu Sibel abla?” Bu soruya önceleri çok cevap vermezdi ama bir strateji geliştirmiş. Hemen cevabı yapıştırdı: “Bir arkadaşım var benim gibi. Ona bir şey olursa onun tüm hayvanlarını ben alacağım. Bana bir şey olursa benim tüm hayvanlarımı o alacak. Vasiyetimiz birbirimize.”
Sibel ablayı sizinle paylaşmak istedim. Hayvanseverler olarak bizler uzaktan sevmeye devam ederken ve belki de kendi çapımızda hayvan bakmaya çalışırken asla unutmayalım. Orada bir yerde şehrin içinde gizli kahraman karakterlerimiz var. Toplumun gölgede bıraktığı alanlarda arkamızı toplamaya çalışan birileri var ve tek kabahatleri vicdanlarını bizler gibi sınırlayamamaları.
Sibel abladan evime dönerken düşüncelerim mama fiyatları üzerine oldu. 2017’de param olduğunda alacağım mamalar o kadar gözümü korkutmamıştı. Tahmin edemezdim bugünleri. Sibel ablanın mücadelesinde bu kadar dirayetli olup fazlasını yapacağını hiç akıl edememiştim. Oysa benim çok paramın olması yetmeyecekmiş. Benim bildiğiniz zenginleşmem gerekiyormuş o kadar çok mama alabilmek için.
Belki anlatılabilecek çok daha fazlası var. Mesela Sibel abla sahiplendirdiği her hayvanın hayatını merak ediyor ve keşke sahiplenenler fotoğraf atıp haberdar etseler diyor. Sahiplendirdiği hayvanlar kaybolursa bir dedektif gibi şehir şehir ilçe ilçe dolaşıp kaybolan hayvanları buluyor. Sahiplenmek isteyenleri ise gizli servis gibi mülakata çekiyor. Kendisinden çok onlar için istediği bir gelecek uğruna her gün didinmeye devam ediyor.
Not: Yazıyı okuduktan sonra Paptircem ve Deniz Tekin’den ortak parça olan “Çizelim Biri” şarkısını dinleyip okuduklarınızı düşünmeye davet etmek isterim sizi.
Aykuşağı Hikayeleri
Hayat ile bağ kurmak için hepimizin tutunduğu gerçekler vardır. Kimisi için maddi ve kimisi için manevidir. Ben en çok soyut olanlardan etkilenirim. Merak, hayal ve güven gibi. Somut olanlardan ise kopamam. Aile, arkadaş ve plan gibi. Ancak arafta kalan bir kavram vardır benim için. Soyut ile somut arasındaki bağı anlatılır kılar. Hikayeler! Bu seri ile beraber hayat bağımı perçinlemeye çalışmak istiyorum. Belki birlikte bir hikaye keşfederiz?