Kısa süreli İstanbul seyahatimi verimli geçirmeye, beni içimde bağırışlarını duyduğum sinema aşkı itti. Ancak yanlış hesaplamalarım ve birtakım saçma yoğunluklarım sebebiyle maalesef iki film bir belgesele girebildim. Bunlardan ilki “Bir Düşüşün Anatomisi” diğeri “Çocuk ve Balıkçıl” bir diğeri ise “Godard, Yalnız Sinema” oldu. Şimdi diyeceksiniz ki Pınar ne abartın sen de, sinema aşkı falan ne ağladın be? Evet, ben de bu entelektüel ağlamaları(mı) biraz abartı buluyorum ne yalan söyleyeyim, sanki anamın karnından sinema salonuna doğdum. Ki zaten orta okulda izlediğim o korku filmleri ile benden sinefil falan olmaz. Eee kimden olur? Hâlihazırda kabul etmeye başladığım ve aynı zamanda yüzleştiğim romantik kişiliğimin, bana nelere mal olduğunu nelere ağlamama sebep olduğunu tahmin edemezsiniz. Etmeyin de zaten boş verin. Bunlar hiç de iç açıcı şeyler değil. Neyin iç açıcı olduğuna da ben karar veremem tabii ama “Godard, Yalnız Sinema” belgeseline dair naçizane fikirlerimi ve sinemada karşılaştığım abuk subuklukları sizlerle paylaşma ihtiyacı duydum. Ve affınıza sığınarak hülasa birkaç minik serzenişte bulunacağım. Dilime bazen eski kelimeler kaçırıyorum, suyu bulandırıyor; nahoş duruyor ancak bana hoş geliyor, idare edin canım.
Godard’ı severim. Godard’ı oldukça çok severim, çünkü hayatın basitliğinin sinema ve edebiyat gibi sanat dalları ile derinleştirilmesini seviyorum. Birkaç satır önce romantik olduğumu itiraf etme cesareti gösterdiğim için bunu seviyor olmama şaşırmazsınız diye düşünüyorum.
Orijinal adı, “Godard Seul le Cinéma”, Türkçe’ye “Godard, Yalnız Sinema” olarak çevirilmiş Mubi’de Godard Cinema olarak yer alıyor. Benim için şahane bir belgeseldi, Godard seven biri olarak benim üzerimdeki etkisi büyük oldu. Nasıl canım çektikçe okuduğum kitapları açıp altını çizdiğim cümleleri okuma ihtiyacı duyuyorsam işte bu belgeseli de öyle bir istenç ile tekrar tekrar açıp izlemek isteyeceğimi biliyorum.
Godard’ın kişiliğini yakından görmek onun sanat ve sinema anlayışına olan ilgimi arttırdı. Hâlâ net olarak bu anlayışı özümseyebildiğimi sanmam ama ona dair bir şeyleri anlamlandırabildiğimi ve pek tabii şahsımla birtakım benzerlikleri yakalayabildiğimi söyleyebilirim. İnsanların sevdikleri şeyler ile benzerlikler yakalaması sevilen şeye karşı duyulan sevgiyi besliyor ya da benzediğini fark ettiğin için seviyorsun zaten. Burada bir döngü var. Bence benzerliğin oluşturduğu bir sevgi hiç tükenmez. Bunun insan olmakla bir ilgisi olduğu fikri ise kaçınılmaz. Benzerliğin yakınlaştırıcı bir etkisi var ve güven veriyor; yalnızlığı dindiriyor. Godard’ın içinde bulunduğu melankolik ve aykırı tavrı; çektiği filmlerin yöntemi, tarzı ve temelde yatan ana fikirleriyle birden tarihsel gelişimiyle birlikte farklı başlıklar üzerinden derinleştirilerek izlemek kendi düşüncelerim ve arzularımı gerçekleştirme yöntemlerim ile onun yöntemleri arasında ortak noktalar yakalamama sebep oldu. Bu da bana güvende hissettirdi. Sinemanın yalnızlığı azaltan bir etkisi var. Ama sinema salonları yalnızlığı tercih etmeye sebep olabiliyor, bunu da anladım.
Belgeselde Godard için “her şeyin mümkün olduğunu gösterme arzusuna” sahip olduğu söyleniyor. Ne demek bu? Sevgili Godard, ben bilmiyorum her şey mümkün mü? Hatta bence maalesef değil ya da ne yazık ki herkes için her şey mümkün değil. Burada lanet olası kapitalizme mi girmem gerekiyor yoksa sadece ben mi öyle hissediyorum? Ama kapitalizm konusuna girmem mümkün. Tüketim toplumu falan, dijitalleşen dünya cart curt… Yaprak takıp mı gezseydik acaba kahrolsun Lidyalılar çünkü parayı icat ettiler falan… Godard da kapitalizmden nefret ediyor. Devrimci ruhlu üzümlü kekim yaa!
Her şey mümkün mü bilmiyorum? Ama mümkün gibi geliyor. Ya değilse? Mümkünse bile her bir olasılığı gerçek olmasını istesek dahi seçemediğimizi; bazen kişisel özellikler bazen sosyoekonomik durumlar bazen ötekiler ile aynı fikri bilmekten ve öngörüye sahip olamamaktan ya da beklenti ayrılıklarından, bazen de sadece endişe ve korkudan ötürü mümkün kılamadığımızı biliyorum. Bir de şöyle düşünün neyi mümkün kılmak istediğini bilmemek. Uuuuf tüyler diken diken… Ama bu arzuyu biliyorum, kendimizde mümkün olan şeyleri gösterme arzusu bu. İnsanın arzusunu sanatsal faaliyetlere yöneltebilmesi sizce de şahane değil mi? Daha önce yapılanın tersini yapma gayreti, başka başka yollar deneyerek kendini var etme arzusu bu. İnsanın içinde her neye karşı taşıdığı o arzuyu bulması ona odaklanabilmesi büyüleyici değil mi? İnsanın özüne uygun davranması… Leziz bir pırasa yemeği gibi. Ve hatta buna odaklanırken tutkusunu dönüştürmesi gerektiğini anlayabilmesi büyük bir içsel çabanın eseridir diye düşünmekteyim. Saatlerce edebiyatını yaparım bunun. Hatta satır aralarından taşar hayranlığım bıkarsınız. Ve ben edebiyatını yaparsam söylediklerimin Godard’ın sinema anlayışının da edebiyatını yapmış olurum…
Şimdi, “Sinema salonları neden insanları yalnızlığı tercih etmeye itiyor?” Kısmına yani serzenişime gelelim. Çünkü sinemada kokusu yüksek olan yiyecekler tüketilmemeli. En fazla üç saat kalacağınız sinema salonunda biraz boğazınızı tutun ve o peynirli Doritos’tan ayrı kalın bir zahmet. Hem ne öyle çatır çutur. Ayrıca film çıkışı dilediğiniz kadar konuşabilirsiniz ama bakın çıkışı diyorum. Exit! Bana öyle geliyor ki sinema adabına sahip olmayan bu insanlar acil bir durum olsa çıkışı bulamayıp izdiham yaratır. Hatta belki üzerimden geçmek suretiyle çıkışa gider ancak film çıkışı konuşmayı beceremez aklında mı kalmıyor filme dair fikirleri nedir… Telefonunuzu kapatın. Kapatamıyorsanız hazır mesaj oluşturun filme girmeden önce size ulaşmayı isteyebilecek herkese gönderin. Ya film başladığı gibi fotoğraf çekmeyin! Çıldıracağım. Sinematek Instagram resmi hesabının, her film başlangıcında gösterilir ya, film anında kayda almayın bilgilendirilmesi geçildiği halde Instagram hikayelerinden birinde film anından bir kareyi paylaşan bir izleyicinin hikayesini tekrar paylaştığını görüp Sinematek resmi hesabına bunun yanlış olduğu hatırlatmasını yapan biriyim. Bu konuda biraz ciddiyim. Ha bir de yanınızdaki insana ona yürümek amacıyla film anında konuşmaya çalışmayın! Gerçekten korkunç, taciz bu! Sinema salonları keyifli seyirler içermeli, Godard gibi güvende hissettirmeli.