23 Kasım 2023
~14.43 ~ Perşembe
Saati tam biliyorum çünkü kalacağım hostel 15.00’e kadar giriş işlemlerine başlamıyor. Ben de sırtımda koca çanta sürtüyorum Madrid sokaklarında. Kafama esen ve Google’ın onayladığı sokakları tek tek yürüyorum bir başıma.
Sabahtan beri mideme sadece birkaç badem girdiği için açlık durumumun bekleyecek bir durumu yok, yerli yersiz beynime sinyal yollayıp dikkatimi dağıtıyor. Hostelden tavsiye alıp La Latina’ya gitme kararı almışken yürümeye başladıktan 1 dakika sonra gördüğüm 100 Montaditos isimli mekânın önünde soğuk soğuk biralar içen Madrid halkını görünce içeri dalıyorum. Bambi Cafe kılıklı, menüsünde 150’ye yakın çeşitte ıvır zıvır olan, aslında totalde 5 tanesi yemeye değer yemek satan bir mekân. 150 çeşit arasında boğulurken garsonun da İngilizceden bihaber olduğunu görünce sıkılıp rastgele bir kararla hot dog vari bir şeyler sipariş veriyorum. Maksat karnımın beynimi işgaline karşı durmak. Vaziyet bu haldeyken yemekler geldikleri gibi gidiyorlar boğazdan, ben de arkalarından soğuk biramı dikleyip çıkıyorum oradan.
Hikâyenin en başını atladım tabii. Gece hazırlanmak için 2’de uyuyup sabah 9’daki uçuşa 3 saat önceden yetişmek için de 5’te uyanıyorum. Taksiye binene kadar soğuk epey bir ayıltıyor zaten adamı o saatte. Havalimanında da uçakta da adamakıllı uyuyamıyorum. Uçakta yanıma havalimanında rastlaştığım güzeller güzeli, mavi gözlü, beyaz tenli bir İspanyol kızı oturuyor. Diğer yanımda da uçak kalkmadan 5dk önce talihimi dengelemek isteyen birisi planlamış gibi hafif şişman Şilili Luis abi geliyor. Luis abim kendi tarafındaki iki kolçağı da kendisine tahsis ettiği için benle yanımdaki kız tek kolçağa kolumuzu dayayıp uyumaya gayret ediyoruz. İkimiz de aşırı kibar olduğumuzdan ne zaman biri diğerine çarpıp uyandırsa özür diliyor, gülüyor, konuyu tatlıya bağlıyoruz. Bir süre sonra 4 saatin kös kös oturarak geçmeyeceğine karar veriyorum ve kız uyuduğundan Luis abiyle sohbet etmeye başlıyorum. Şilili olduğundan, karısına doğum günü hediyesi olarak Türkiye seyahati ısmarladığından falan bahsediyor. Bana telefonundan yaşadığı yeri, İstanbul’da yaptıklarını, ailesini falan göstermeye başlıyor. Sohbet benim hedeflediğimden çok daha hızlı ilerlemeye başlıyor, kontrolümden çıkmış gibi hissettikçe uykusu gelmiş rolü yapıp tempoyu düşürmeye çalışıyorum. Luis abi hiç oralı değil, Şilili olduğunu biliyorum. Bana mısın demiyor, Şilili olduğu için tam ne diyor onu da anlayamıyorum. Sonunda da benim yanımdaki kıza etmeyi düşündüğüm teklifi şak diye bana yapıştırıyor yakın mesafeden. Ben de uyku rolü sersemliğiyle kabul ediyorum. Madrid’e inince Luis abiyle bira tokuşturup bir şeyler yemeye sözleşmiş halde buluyorum kendimi. Yanımdaki kız uyanıp da gözlerini açınca tekrar pişman oluyorum verdiğim karara ve sonunu pek düşünmeden aynı teklifi ben de kıza yapmaya karar veriyorum. Tamam dese Luis abiye ne bok diyeceğim belli değil bir durumda kıza teklifi yapmaya hazırlanıyorum. Pegasus’un 3 cm’lik koltuk mesafesi toplum önünde reddedilme fobimi tetiklediğinden dahiyane bir fikirle telefona “Good morninggg, would you like to drink a cup of coffee in Madrid to wake up?” gibi, meali “Hayırlı sabahlar güzellik, inince bir şeyler içelim mi?” olan son derece beyefendi bir mesaj yazıp kıza uzatıyorum. “Good morninggg”den sonra 2 defa Enter’a basıp hayvan gibi satır atladığım için kız alttaki soruyu görmeyip gülüyor ve “Good morning” diyor yalnızca. Ben de masada kaybettiğim savaşı geride bırakıp “Luis abinin sohbeti daha çok sarıyor ya zaten” gibi bir teselliyle kendimi avutuyorum.
Neyse, Madrid’e inince Luis abinin de Şili’ye transferinde bir sorunlar baş gösterdiği için o plan da iptal oluyor ve böylece ikide sıfır çekerek başlayan yolculuğumda tek başıma sıfır olarak devam ediyorum. O gün Madrid’den dönen bir arkadaşımın önerdiği gibi birinci terminalden 203 no.lu otobüse biniyorum şehre gitmek için. Otobüste ilerlemek alışkanlığına sahip medeni bir İstanbullu olarak dallamanın birinin önümde dikilip yolumu kapatmasına sessiz kalmıyorum. Sırtımda benden kalın çanta, sıkıştırıp geçiyorum elin adamını elin memleketinde. İngiliz bir teyze de arkadan bana gülüp yaptığımı onaylıyor. İngiliz desteğini arkama alınca kendimi birden milli varlığa zararlı cemiyetler gibi hissediyorum. Biraz düşününce bunun teyzeden çok ortaokul eğitimimin attığı bir kazık olduğunu görüp teyzeyle tanışmaya gidiyorum. En kolay, en masum tanışma yöntemi olarak kendime yol sormayı bellemiş durumdayım. Onun da yolu bilmediği ortaya çıkıyor ama sohbet başladı bir kere, başlayan sohbetlerin de devam etmek gibi bir huyu oluyor. Kadının çocuklarıyla İngiltere’de yaşarken kafasına esip Fas’a taşındıklarını, 5 yıldır orada yaşadıklarını, şimdi de Madrid’e büyük oğlunu ziyarete geldiklerini anlatıyor. Sıra dışı bir kadın olduğu her hâlinden belli olan teyzeyi ineceğim durağa gelince geride bırakmak zorunda kalıyorum. “Life is just waiting there to be explored.” lafını dergiye yazarken unutmayayım diye cebime koyup iniyorum otobüsten. İndiğim yer Plaza de Cibeles (Cibeles Meydanı) diye geçiyor. İner inmez üst düzey güzellikte yapılara bakarak merkeze doğru yürüyorum. Sonrasında da La Latina’ya inip Cafe del Art’ta bu olayları Berke’nin aylar evvel hediye ettiği deftere not düşüyorum.
Cafe del Art’a bu noktada ayrı bir parantez açmayı gönül borcu addediyorum. Gördüğüm en hoş kafelerden birisi olması sebebiyle daha içeri girer girmez sipariş vermeden önce, kendime ertesi akşam tekrar gelmenin sözünü veriyorum. Sözüm kuru kuru gitmesin diye bir Flat White, bir de Pastel de Nata söylüyorum. Son söylediğim de içi muhallebimsi kremayla dolu, üzeri tarçınlı, milföyümsü çıtırlıkta yuvarlak bir tatlı. Tadına bakar bakmaz bu tatlıyı İstanbul’da da bulmayı, bulamazsam Berke’ye yaptırmayı not alıyorum deftere. Bir süre kafeyi incelediğim, ara sıra camdan dışarıdan geçenleri süzdüğüm, kahveden yudum, tatlıdan ısırık alıp bir şeyler karaladığım dakikaları eritip hostele yerleşmek üzere çıkıyorum kafeden. Bunun geçici bir ayrılık olduğunu bildiğimden gözüm pek arkada kalmıyor.
Hostele varıp giriş yaptıktan sonra odaya çıkıyorum. 3 ranzadan oluşan 6 kişilik bir yatakhane. Yatakların sadece bir tanesi dolu, onda da Küba seyahatinden döndüğü için jetlag yaşayan Polonyalı bir eleman uzanıyor. Tatlı bir adama benziyor önce ama biraz sohbet edince benim daha tatlı bir adam olduğum çıkıyor ortaya. Hızlıca eşyaları ranzanın altına koyup dışarı atıyorum kendimi. İlk akşam vaktimi biraz aşinalık kazanmak adına şehrin sokaklarında geçiriyorum. Hostelin konumu Sol’e aşırı yakın bir yerde. Sol’e gidip meydanı izliyorum, ışıkları o gün yakılan devasa çam ağacının etrafındaki aşırı kalabalığı görünce bir şeyler olduğunu düşünüp rastgele birine soruyorum. “Normalde de böyle, ekstra bir şey yok” diye cevap veriyor rastgele biri. “Normalde de böyleyse normalinizde ekstra bir şeyler var canım, aklınızı başınıza toplayın!” demek geçiyor içimden ama “aklınızı başınıza toplayın”ın İngilizcesini bulamadığımdan “thank you” deyip geçiyorum.
Biraz ilerleyince ilk kez Avrupa’da gerçek bir Noel pazarı görmenin heyecanıyla kalabalığı unutuyorum ve stantları gezmeye başlıyorum. Sebebini anlayamadığım şekilde stantların çoğu peluş oyuncak satıyor. Peluş satmayanlar da ya sik sik tatlılar satıyor ya da İsa dönemini anlatan figürler satıyorlar ki en mantıklı bulduğum satıcılar da bu arkadaşlar. Bunları gördükten sonra diğer satıcılara gidip “Noel bayramıyla Pikaçu’nun ne alakası var, dalyarak?” demek geliyor içimden ama bu sefer de “dalyarak”ın İngilizcesi konusunda kafamdaki şüpheler fevri çıkış yapmama mâni oluyor.
Pazarı gezdikten sonra Madrid’de koskoca bir sene yaşamış, aramızda tanıyanların da olacağı Nursu Hanım’ın önerisi üzerine ekmek arası kalamar yemeye gidiyorum. Tamam, belki onun önerdiği yere gitmiyorum ama her dediğini yapmak zorunda mıyım birader?
Nursu’nun yazısında önerdiği şeyleri, yerleri bir gün önceden not almıştım zaten ama gidince de ara sıra açıp okudum boşluk buldukça. Özelden konuşurken de kalamarlı ekmeği faşizan bir tavırla önerip yemeden gelme gibi tehditler savurduğu için akşam yemeği olarak emre itaat etmeyi uygun gördüm ve Noel pazarının yanında kapısında ayı kadar “Bocadillos de Calamares” yazan dükkâna girdim. Çalışan abilerin aşırı Türk’e benzemesinden başta şüphe etsem de İngilizce dahi bilmeyen saf İspanyollar olduklarını anlayınca sıraya girdim. Sıradayken yanıma bir kadın geldi, benim için de kalamarlı ekmek siparişi verip veremeyeceğini sordum. Benim için de bir ekmek arası kalamar sipariş etti sağ olsun ve kendi siparişlerini alıp çıktı. Kadın 2 dakika sonra dükkâna geri gelip bir ara bir şeyler içip içmek istemediğimi sordu, istersem şehri de biraz gösterebileceğini söyleyip numarasını verdi. Ben de teşekkür edip ona yazacağımı söyledim. İlk günün yalnızlığını Nursu’nun yazısıyla örtbas etme teşebbüsünden sonra bu teklif ilaç gibi geldi. Tam kadın ayrılırken kalamarın aşırı tuzlu ve kayıştan hallice olması sebebiyle de Nursu’nun önerilerine olan güvenimde bir düşüş gözleyip bari güvenim yalnız başına düşmesin diye eşlikçi olarak bu denli yakışacağından habersiz Sangria ısmarladım. Ardından yemeğimi bitirip hostele dönüyorum ve Madrid’de ilk günü biraz yorgunluk biraz yalnızlıkla biraz erkenden kapatıyorum.
Ertesi sabah uyanıp hızlıca kabataslak bir plan yapıyorum ve dışarı çıkıyorum. Sol’den batıya doğru gidip Plaza Mayor’daki Noel pazarına uğruyorum, orijinal bir şeyler satan birileri var mı diye etrafa bakınıyorum. Olmadığına hiç şaşırmayıp Mercado San Miguel’e gidiyorum. İspanyolların mercado dedikleri yemek pazarı gibi bir alan. İstediğin stanttan tapas, içki vs. alıp ortak alanlara oturup vakit geçirebiliyorsun. San Miguel ise Madrid’deki mercadolar arasında en merkezi, en meşhur olanı. İçeri girip konsepti anladıktan sonra henüz tapas deneyemediğimden dikkatle stantları süzüyorum. Bir süre insanların en çok neleri tercih ettiğini izleyip İspanyolların ayak izlerine basıyorum. Tabii, izlediklerimin kaçı lokal kaçı benim gibi pek bir fikrim yok. Lokaller gelip de buradan alışveriş yapıyor mu yoksa daha çok bizim Mısır Çarşısı gibi mi emin değilim. Bu ihtimâli de göz önünde bulundurunca ortamın büyüsü kayboluyor. Ben de ahtapotlu, peynirli, sardalyalı birbiriyle alakasız, birlikte satın alınmış olmalarına kendileri de şaşkın birkaç tapas deneyip çıkıyorum pazardan. Yakınlarda epey ünlü olan kraliyet sarayı ve Almudena Katedrali var. Aşağıdan dolanıp önce katedrale sonra saraya bakınmaya karar veriyorum. Katedralin içi nedense Game of Thrones’ta Sam’in Master olmak için eğitim almaya gittiği Citadel’i anımsatıyor. Hiç alakası da olmayabilir, Citadel’i de zerre hatırlamıyorum ama bu katedrali de o kadar kitapla doldurup heykelleri değiştirseler sırıtmazdı diye geçiriyorum içimden. İçi görece sade, mermer görünümlü sütunlardan oluşan, garip bir şekilde entelektüel ve huzurlu bir havası olan ilginç bir kilise. Sütunlar, Antik Yunan yapılarını çağrıştırıyor ki entelektüel havası da buradan besleniyor olsa gerek. Katedralin dışı içinden daha görkemli. Pek gösterişli değil ama epey geniş olan avlusundan bakınca oldukça etkileyici duruyor. Bir süre girişteki müzisyenleri dinleyip avlunun sonundan batıya bakan manzarasını seyrediyorum.
Kraliyet sarayı hemen kilisenin yanı başında. Avluları koca demir bir kapıyla ayrılmış durumda. Önemli bir detay bu, zira bu demir kapı olmasa Madrid’de din ve devlet işlerini ayıran tek bir unsur dahi kalmayacak. Kraliyet sarayı kiliseyle bir olup anamızı sikecek. Laiklik yani bu kapı. Var olsun böylesi demir kapılar. Gökhan’la konuşup eve de yaptırmayı düşünüyorum bundan bir tane. Bir Konyalıyı evimize laiklik inşa etmeye nasıl ikna ederim düşünceleri kafamda dolanırken atamın neler yaşadığını bir nebze daha iyi anladığımı sanıyorum. Hemen sonra onun pek ikna etmekle vesaire uğraşmadığını hatırlayıp Gökhan’a “Meseleyi tabiî görürsen, fikrimce senin için de uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” tadında bir konuşma hazırlamaya girişiyorum. O sırada sarayın giriş kapısındaki upuzun sıra dikkatimi çekiyor, konuşma metni de kafamdan uçup gidiyor. Bilet sırasına girmiş onlarca insan avluyu laiklik kapısına dik şekilde bir daha ikiye bölmüş durumdalar. Online bilet alabilecekken neden bunu yaptıklarını anlamaya çalışıyorum ama pek başarılı değilim. Beklemekten keyif alan bir güruh olduğuna kanaat getirip ayrılıyorum oradan.
Çok gecikmemek ve bütçeyi dengelemek adına kraliyet sarayını es geçip Prado Müzesi’nin yolunu tutuyorum. Prado Müzesi sahip olduğu koleksiyonlar açısından Avrupa’nın, belki Dünya’nın en önemli sanat müzelerinden biri olarak biliniyor. Boğaziçi’nden mezun olmama rağmen üşengeçlikten mezun kartımı almadığımdan öğrenci kartım hala cebimde dolaşıyorum. Boğaziçi beni Prado’ya girerken 15 Euro’dan kurtarıyor. Şimdiye kadar çıkardığı masrafların yanında devede kulak da olsa ansızın gelmesi gereğinden fazla bir neşe yaratıyor bünyemde. Dışarıda biraz sakinleşmeyi bekleyip içeri dalıyorum ve belimin ağrısı ayakta durmama el vermeyecek düzeye çıkana kadar dolaşıyorum içeride. Bir ara bir tablonun önünde kala kalıyorum, garip bir şekilde çok etkilenip yakından inceleme arzusu duyuyorum. Dakikalarca inceleyip ezberlemeye uğraşıyorum tabloyu. Fotoğraf çekmek yasak, ellemek yasak, dillemek yasak gibi bol yasaklı müzede aklıma birden defteri çıkarıp resme dair bir şeyler karalamak geliyor. İşi şova dökercesine defteri açıp, kalemin kapağı ağzımda Madrid’de sanat yükseği yapıyormuş edasıyla “terziden sik sik şeyler alınacak” minvalinde bir iki şey yazıp kapatıyorum defteri. 3 saatte henüz sadece bir katını gezebildiğimi fark edince kahrolup yarın tekrar görüşmek üzere ayrılıyorum müzeden. Ne de olsa yarın da Boğaziçili olacağım. Pek bir hukukum bulunmayan ansız neşe tekrar geliyor.
İçerideki tabloların aynılarını çeşitli boya ve tekniklerle yapıp müzenin önünde satan seyyar sanat tüccarlarının arasından hava kararmaya başlarken Retiro Park’a doğru yürümeye başlıyorum. Sanatın mı yoksa tüccarların mı seyyar olduğu sorusunu ertesi gün düşünmeye karar verip olağanüstü binaların arasından geçerek parka yaklaşıyorum. Parka varmadan caddede inanılmaz bir kalabalık ilgimi çekiyor. Yaklaştıkça yol boyunca epey nizami duran, bol bayraklı ve mor-siyah giyinen bir insan topluluğu görüyorum. Başı var, sonu bilinmiyor cinsten bir topluluk. Aralarda bol bol transgender bayrakları, aralara serpiştirilmiş Filistin bayrakları, arkada terk edilmiş gibi duran bir ekipte de oraklı çekiçli birkaç bayrak gözlemliyorum. Kafam gördüklerimi ortak zeminde buluşturmak için uğraşırken çok ısınmaya başlıyor. Ortaokuldan beri bu denli zor bir EKOK sorusu çözmediğimi hissediyorum. Etraftan insanlarla tanışıp muhabbet ettikçe baskıya uğrayanlara sempati besleyen feminist bir yürüyüş olduğunu anlıyorum. “Feministas por Palestina” sloganlarının trampet seslerine eşlik ettiği, bol hazırlıklı koreografilerin izlendiği epey keyifli bir yürüyüştü. Planlarım arasında yokken yanlışlıkla baskı altındakileri de savunmuş olduk Madrid sokaklarında.
Madrid’in çirkinlikten bihaber sokaklarında yürüyüş molası verdikten sonra parka doğru yoluma devam ediyorum. Madrid’e dair aklımdaki yekpare kristal top gibi parlayan tek düşünce açık seçik biçimde binaların güzelliği. Ekstra çaba sarf edip bakınmama rağmen tek bir çirkin bina dahi göremeden ayrıldım şehirden. İllaki gettolarında özensiz, salt işlevsel konutlar vardır ama şehir merkezi civarında bir tane bile vasat yapı göremedim. Bir sonraki gidişime kadar da şehrin içine sıçmamış olurlar umarım. Evet, bir sonraki gidişim…
Parkın girişine geldiğimde parkı artık sokak lambaları aydınlatıyordu. Hava oldukça romantik ama biraz soğukça esiyor. Üzerimde ceket, kafamda bere, ceplerimde ellerim yürümeye koyuluyorum Kristal Saray’a doğru. Parkın ortasında bir yerde bulunduğundan bir 10 dakika kadar yürüyorum. Nihayet tanışıyoruz bir gece vakti. O beni tanımıyor gerçi ama ben onu bir süredir takip ediyorum. Başta çok oralı olmuyor ama sonradan alışıyor varlığıma. Girişinin önündeki merdivenlere oturup bir solumda asılı dolunaya, bir sağımda duran camdan saraya bakıyorum. Kulağımda Blues parçaları dönüyor birbiri ardına ama önümdeki İtalyan kızları duymama engel olmuyorlar. Blues, İtalyanları sönümlemek için fazla pasifist bir janr kaçıyor ya da ben biraz agresif İtalyanlara denk geliyorum. Sarayın içine girişlerin neden yasak olduğunu sorup sohbet başlatıyorum. Öyle öğreniyorum zaten İtalyan olduklarını, yoksa İspanyolcadan devasa bir farkı yok benim kulağıma. Sohbet ettikçe yumuşuyor İtalyanlar, ben de öyle. Kızlardan biri Madrid’de üniversite okuyormuş, diğeri de Roma’da apartman temizliği yaparak geçinmeye çalışıyormuş. Ziyarete gelmiş arkadaşını, bir yandan ondan daha zengin olduğu için içerliyor, bir yandan onunla olduğu için keyfi yerinde görünüyor. Biraz sohbet edip Floransa hakkında hiçbir bilgileri olmadığını öğreniyorum. Benim de Roma hakkında bir merakım olmadığından konu kapanıyor. “Belki akşam tekrar buluşuruz” diyerek ayrılıyorum onlardan.
Hostele döndüğümde bizim katta dolaşan melez bir kız görüyorum. İnsanların odalarına girip pubcrawl’a davet etmek için hostelleri geziyormuş. Seyahatin kalanını ben de çok iyi hatırlamıyorum, uydurmaya da lüzum yok. Uydurmamaya daha çok lüzum var.
İyi geceler.