Bir akşam, bir masadan düşmeden kalkabilmeyi başardıktan sonra olmuştu olan her şey.
4 ay öncesiydi…
Hayatı, geldiği gibi karşılama arzum getirdi beni bu konuma. Ya da daha açık bir ifadeyle bu kadar düşünmenin bir getirisinin olmadığının farkına varmak sebep oldu başıma gelenlere. Her şey zıddıyla kaim diyerek düşünmeyi kökten kestim. Yine herhangi bir olaydan çıkarılmaması gereken tek sonucu çıkararak yoluma devam etmiştim. Açıkçası hayatımdaki bu köktenci değişime dair, temeli sağlam motivasyonlarım da vardı elimde elbette. Bunlardan başı çeken ise düşünmekten eylemsiz kaldığım zamanlarda, yaşadığımı hissettiğim birkaç anın; savrulduğum diğer yıllar arasına serpiştirildiği bir ömür öyküsünün elimde kaldığını düşünmemdi. İstediğimi istediğim için yapmayı ve bundan zerre utanmamayı seçtim. Çünkü ben ne yaparsam yapayım, olanın olması gerektiği için olduğunu bilecek kadar içgörüye sahibim. Mesele bu akışta özne mi nesne mi olmaya karar vermekti. Her hikâyenin öznesi olunamayacağını ya da öznesi olmadığın hikâyelerden sessizce uzaklaşmak gerektiğini bilmek ise bilinç gerektiriyordu, o da beşinci cümlemden anlaşılacağı üzere bende pek yoktu.
Frankfurt istasyonunda sigara içip saatimin dolmasını bekliyordum. Puslu bir hava hâkimdi gökyüzüne her zaman olduğu gibi. Gökyüzü güz sonuna gelindiğini haber verircesine kapanıyordu; bu, benim ucuz romantikliğimden kaynaklı bir tanımlama da olabilir elbette, havalar güz-bahar fark etmeksizin kapanabiliyor buralarda. Trençkotum ince ince çiseleyen Avrupalı yağmuruyla koyulaşmıştı çoktan. Ben ise etrafı izlemenin keyfini çıkarıyordum. Kabarık bez çantalarıyla yanımdan öylece geçen insan trafiğini takibe almaya çalışıyordum bir nebze de olsa zihnimi boşaltmak umuduyla. Fuzuli bir çaba, yine. Onun giydiği, bunun yediği neymiş diye gözlerken saat dolmuştu çoktan. Derken tren tam saatinde geldiğinde itiş kakış hepimiz bir şekilde ayrı ayrı vagonlara savrulmuştuk.
Hiçbir kişilik belirtisi taşımayan tekdüze, temiz ve uysal kırlardan geçerken varış noktasına yaklaşmanın gerilimi, bünyemde her dakika artarak kendisini belli ediyordu. Düşünerek zamanı öldürmek üzerine çeşitli akademik derecelere sahip biri olarak yeni konu açmıştım zihnimde. Tren düdüğü! Köyler, şehirler trenin geçtiği her yer birbirinden ayrı olsa da her dilde aynı çalan tren düdüğü, belki de bir ortaklık oluşturuyordu biz istemesek bile. Ya da bu, benim kendimi seninle ortak bir zeminde buluşturmak için sergilediğim nafile çabalarımdan biridir. Bir yerde okumuştum açlık ve aşk insanı daha zeki kılar yazıyordu. Beynin kıvrımları daha iyi çalışıyormuş. Çaresizlik nedir bilmeyen, sınıfsallığın tanımına hâkim olmayan dandik bir romantiğin bomboş satırlarından nasıl da medet umuyorum ama.
Geldik.
İniyorum. İnmeden önce yaptığım yüz provanın yüzünde de seni fark etsem de etmemiş gibi yaparak beni fark edip etmediğini ya da tepkilerini test ediyordum. Tabii ki asla planladığım gibi olmadı. Şaşırtıcı bir şekilde indiğim gibi bakışlarımız kenetlendi. İşte, hayatta her şey mümkün. Biraz garip geçen birkaç dakikanın ardından ilk konuşan yine şaşırtıcı şekilde sen oluyorsun. Her zamanki boşboğazlığımla ben bir şeyler söylerim sanmıştım. Hızlıca nereye gideceğimizi planlarken etrafımdan geçen insanların yüzlerine de bakmaya başladığımı fark ediyorum. Huyum değildir çok simalara göz gezdirmek. Çünkü her karşılaştığım gözden sorumluymuşum ve hafızamın dipsiz kuyularında onlardan bir çizik, bir işaret bırakıyormuşum gibi hissederim. Kibrimden dolayı istemezdim bunu, çekindiğim için değil. O muazzam beynimin bir köşesinde hiç bilmediğim alelade birine ait bir anı, ne münasebet! Ne kadar aciz ve rezil bir kibir! Onun yanında daha iyi insan olduğumun farkına varmamı sağlayan göz meselesi ile beraber koştur koştur peşinden gidiyordum. Derken yemeğe oturduk.
Hiç değişmemiş. Hayata dair genel sohbetlerin ardından ikimiz de aradaki garip gerilimden nasibimizi alıyoruz. Hayatımızdan kayıp giden yılların hüznü çöküyor yüzümüze birden. Değişmemiş demiştim, geri alıyorum. Bakışları değişmiş. Gözlerindeki o derinlik, o gizem yerini huzura ve telaşa bırakmış. Ne zaman gözünün içine baksam bir gayya kuyusu görürdüm, yok artık.
Bir şey söyledi sonra, evlenmek üzereymiş. Çok heyecanlıymış ebeveyn olmak için. Müstakbel ile ne kadar iyi anlaştığını nasıl tanıştığını falan anlatıyordu ara sıra da sanırım. Fakat bense o sırada uğultudan başka bir şey duyamıyordum. Tebrik etmek lazım, o kadar isabetli bir atıştı ki nereden geldiğini dahi anlayamadım. Sen ne düşünüyorsun gibi bir soru geldi, arada biri var mı yok mu falan. Tam hatırlamıyorum açıkçası. Üzerine bir saniye bile binince insan doğru hatırlayabilen bir mahluk değil. Benim düşünmediğimi söyleyerek geçiştirdim, üsteledi. Ne duymak istiyordu anlamadım, yüzünü beyaz kâğıda gözüm kapalı çizebilecek kadar ezberimde olan birinin az önce aşkını dinledim nasıl olurdu acaba. İnsanların sessiz bir sabırla birbirlerine katlanmaları, mutluluk adı altında pazarlanıyor dedim. Hayatımdan memnunum diyerek kestirip attım. Buz kesti masa, gerçi muhtemelen ben titrediğim için öyle geldi ya da Almanya soğuğu etkisi bilmiyorum.
Yemekler bitti, üzerine içilenler de. Zaman bana yaşattıklarına rağmen hızlı geçti. Çünkü bir an bu masada geçen bir saat, dünyada 7 yıla denk düşüyor gibi bir cümle bile kuracaktım neredeyse. İncelik gösterip beni konaklayacağım yere bırakırken ben de kendime vereceğim sözleri düşünüyordum. Vedalaştık o bilmese de bu sefer gerçekten. Ömrümün dersini verdiğim o geceden; gözümün yaşını, arabanın camını silen bir silecek gibi kapatan göz kapaklarıma verdiğim sözlerim vardı.
Kimse, kimse ile aynı yollardan yürümüyor bunun bilincindesin, hiç kimsenin hayat çizgisi bir diğeri ile aynı olamıyor bunun da bilincindesin. Hayat öyle tek bir dalgadan da ibaret değil bunu da biliyorsun elbette. Bildiklerine ek bilmediğin onlarca şey arasında debelenip durmak bir yaşam değil. Ne istediğini bilememenin getirdiği sözde özgürlükle her şeyi denemeye çalışıyordum. Belki bir an olur da denk gelirdim denediklerimde istediğime. Hayat bu denli şans eseri yaşanmaz. Büyük ciddiyet ve çokça da sabır gerektirir. Demiştim ya yaşadığımı hissettiğim birkaç anın serpiştirildiği bir ömür öyküsü kalıyor diye. Hayır. İç huzur ve gerçekten istenilen bir amaçla her anını yaşadım diyerek yaşamalı insan. Tekrara düşmemek kaygısıyla; biraz ciddiyet, biraz sabır ve çokça şükür…
Sonra eve döndüm ben de. İnsan; ilk yenildiği yerden, anlaşılmadığı yerin kıyısından ya da hayat yeterince ince davranmadığında eve döner hep. Hiç bilmediği bir ülkenin bilmediği sokaklarında öksüz kalınca eve döner insan hep.
İnsan aptal olduğunu fark edince eve döner hep.