İçimde bir titreme.
Bembeyaz her taraf, duyuyorum saçıma düşen kar tanesini.
Havada merdivenden inercesine adım adım, biraz kararsız kalıp daire çiziyor birkaç tane ama sonra saçımın o telini seçiyor.
Ben beyaz noktaları izlediğimi sanıyordum, meğer hepsi birleşip sen olmuş, sen de onlar. Sonra oturup birlikte seni çizmişiz yere. Sadece ince bir çizgi, bu kadar. Bu kadarsın sen.
İnceliğinden keskin. Zaman.
Nietzsche’nin ortaya attığı bir fikir var. Bengi Dönüş ya da Sonsuz Dönüş adındaki fikre göre; evren ve zaman sonsuz bir döngü süreci içindedir. Yaşanan her şey yaşandığı şekilde ve sonsuza kadar tekrar etmektedir. Aynı zamanda insanların bunu asla fark edemeyeceğini de belirten büyük filozof, burada kendisinin de bir insan olarak bu sonuca nasıl varmış olduğunu muğlak bırakmış olsa da modern fizik yaklaşımlarınca tamamen haksız olduğu söylenemez.
Birlikte bir düşünce deneyi yapalım: bir çift zar atıyoruz ve sonuç 3-6. Bir kere daha atıyoruz 2-3. Bir kere daha… Olası tüm kombinasyonları bulmak zaman alacak olsa da 3 saat sonra tüm olasılıklarla karşılaştığımızı düşünelim. Her kombinasyon çıktığına göre, sıradaki atışımız ilk atış serisinden biri ile aynı olmak zorunda. Büyük Sıçrama Teorisi’ne göre de aslında içinde olduğumuz evren sayısız kez gerçekleşen genişleme ve daralma döngüleri silsilesi içinde ve Büyük Patlama ise bu döngünün sadece patlama kısmı. Yani evren şimdiye kadar kim bilir kaç kez Büyük Patlama yaşadı, genişledi, daraldı ve inanılmaz yoğunluğa küçüldükten sonra tekrar patlayarak genişlemeye başladı. Şimdi de patlama sonrasındaki her bir molekülün şeklini bir zar gibi düşünerek bir olasılıklar evreni yaratalım. Her bir molekülün diğerlerine göre konumu da olasılıksal olarak birçok kombinasyona sahip, tabiri caizse bu sefer sonsuz sayıda zara sahibiz. Bu da düşünce deneyimiz ile uyuşuyor, tüm kombinasyonları gerçekleştirdikten sonra, yani olasılıksal olarak tüm mümkün gerçeklikler yaşandıktan sonra, tekrar başa dönmek ve aynı sonucu görmek zorunda kalıyoruz. Yani eğer gerçekten evren böyle sonsuz bir döngüdeyse şu anda içinde olduğumuz an da daha önce yaşanmış olmak zorunda ya da gelecekte yaşanmak zorunda.
Derin bir nefes alalım.
Eğer olası kombinasyonlar içinde bu yaşadığımız hayat tekrar yaşanmak zorundaysa veya şimdiye kadar diğer birçoğu gibi yaşandıysa, bu ne demek?
Akışında geri dönemediğimiz ve fazlasıyla kısa süren yaşamlarımızda her şeyin daha katlanılır olmasının sebebi geçiciliği gibidir. En sevdiğim romanlardan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde “… ebedi dönüş mitosu yinelenmeyecek olan yaşamın bir gölgeye benzediğini, ağırlıktan yoksun, daha baştan ölü olduğunu ve ister korkunç, ister güzel, ister yüce, korkunçluğunun, yüceliğinin ve güzelliğinin hiçbir anlam taşımadığını önerir.” der Milan Kundera. Yani birçok kez yaşanmadığı ve yaşanmayacağı için anlamsız ve aslında önemsizdir de ki yazar burayı bir Alman deyişi ile tamamlar: “Einmal ist keinmal (Sadece bir kez olan şey hiç olmamış sayılır).” Bu yaklaşım, benim düşünmeyi sevdiğim ve hayatı küçümsemenin ötesinde, gereksiz bir anlam yükleme dürtümün naçizane önünü alma çabamdır. Ancak bu Bengi Dönüş fikri onunla ilk karşılaştığımda düşünce sistemimi felce uğrattı. Çünkü çok mantıklı ve “Neden olmasın?” da dedirtiyor.
Biz insanlar genel olarak büyük sahneleri severiz: 18. yaş günlerini, evlenme tekliflerini, mezun olduğumuz günü, kardeşimizin doğduğu günü, bebeğimizin ilk kelimesini, ilk kez yaşanan sevişmeyi, tadılan ilk yemekleri, gidilen ünlü tiyatroları, okunan ilk kitapları, kaldırılan kadehleri, ilk yurt dışına çıkışlarımızı, kazanılan başarıları, ebedi anlamlar yüklenen bir tanışmayı… Anları romantize etme eğilimimizin bir kölesi olarak temele baktığımızda tüm bu anların ortak özelliği, öyle ya da böyle bir şekilde “bir kez” gerçekleşebilecek olmalarıdır. “Bir kez”lere bayılırız. Bir kez üniversiteyi kazanırsınız. Sonra başka üniversiteler de kazanabilirsiniz elbette ama o yaşınızda ve o anda o üniversiteyi bir daha kazanma şansınız yoktur. Bu deneyimlediğimiz çizgisel zamanın bir özelliği. Peki ya bu sahnenin sonsuz tekrardan biri olduğunu düşünmek? O zaman da hala aynı büyü kalıyor mu?
Ekonomide marjinal azalan fayda diye bir terim vardır. Tanımsal olarak bir üründen bir taneye daha sahip olmanın ilki kadar sizi mutlu edemeyeceğini ifade eder. Basitçe, pizzadan alınan ilk ısırık çok lezzetlidir belki ama 5.’den sonrası aynı keyfi vermez. Ben hayatlarımızdaki deneyimlerimize ve insanlara da marjinal azalan fayda gözlüklerimizle baktığımıza inanıyorum. Çünkü kurguya göre o büyük anlar her zaman olmaz, zaten olsa da o zaman büyük olmalarının anlamı kalmaz. Ama bu kuralı kim koyuyor? Biriyle tanıştıktan ve yakın olup iyice tanıdıktan sonra o kişi bitiyor mu? Bu olgu bana “İngilizceyi bitirdim.” diyen arkadaşlarıma karşı içten içe yaşadığım şoku anımsatıyor. Hani çünkü İngilizceyi nasıl bitirebilirsin ki tanrılar aşkına?!
Kişilere ve deneyimlere karşı olan bu tuhaf “bir kez”cilik fanatikliğimizi ve yenisine duyduğumuz maymun iştahlılığı anlamlandırmak benim için gerçekten çok zor. Bence tüm bu kasıntı şekilciliğin ötesinde hayatı biraz kolaylaştıran bir bakış açısı sunuyor Sonsuz Dönüş fikri. Eğer şu an yaşadığım hayat, kumsaldaki sonsuz kum tanelerinden sadece biriyse aslında her şey inanılmaz basitleşiyor. Kendimizi üzmekten uyuyamadığımız geceler, havalara uçtuğumuz haberler ve geri kalan tüm sahneler sadece upuzun bir serinin bir sonraki bölümü gibi. Bu, anlamsızlığa göz kırpmaktan ziyade aşırıya kaçan önemseme eğilimimiz için bir panzehir. En azından benim için böyle oldu. Böyle bakınca aslında her şey “bir kez” ve “her zaman”.
Bireysellikten çıkıp kolektif olarak bu teori ile yüzleşecek olursak işlerin rengi biraz değişiyor. İnsanlık tarihine bakarak yücelttiğimiz bunca devrim, kan akan zaferlerimiz, dönüşü olmayan savaşlar ve çok daha fazlası sonsuza kadar tekrar edilse bu kadar şatafatlı anlatabilir miydik acaba? Bunca acı ve kahramanlık fazla gelmez miydi bize de ve nasıl hala gurur duymaya devam edebilirdik tüm bu insanların ölümüyle? Gururla kitaplara yazdığımız birçok anekdot bir bireyin acı hikayesi. Tarih kitaplarımı bu sebeple hiç sevemedim. Her bir yıkım başlığında gözümün önünde bir kadın, bir çocuk veya bir genç bir adam belirirdi ve ben tüm o hikayeyi onun hayatıyla yaşardım zihnimde. Sayılardan bahsediyoruz, 2.5 milyon insan ölmüş diyoruz mesela. Ama bu ne demek? Elime 10 tane kalem alıyorum, hepsi toplam yaklaşık 18 cm. Bu insanların her biri bir kalem inceliğinde olsa 4.500 km boyunca kalem dizmem anlamına geliyor. 4.500 km ne peki? 5.625.000 insan adımı ve 900 saat boyunca yürümek demek. 37,5 gün boyunca durmaksızın yürüsem dizilmiş kalem inceliğindeki bu 2.5 milyon insan sırasının başından sonuna ancak gidebiliyorum. Bunun gibi tarihî anlamda basit bir durumu sonsuza kadar tekrar ettiğimizi düşünün. Korkunç değil mi? Sonsuzluk zor bir kavram, algılaması bile zor ama hissen aynı noktada olduğumuzu umuyorum.
Bireyde de toplumsal ölçekte de olsa Sonsuz Dönüş fikri, sonu olmayan yinelemeyi öngördüğü için yaşanan her şeyi ya manasızca önemsiz ya da manasızca önemli kılıyor. Burada nihilizmin pençesine düşmeden ilerlemek önemli. Yaşamlarımız sonsuza kadar saniye saniye yineleniyor ise bu ciddi de bir yük anlamına gelir. Nietzsche bu duruma “das schwerste Gewicht” yani “yüklerin en ağırı” demiştir. Ben Nietzsche’nin bahsettiğinden farklı bir ağırlığa değinmek istiyorum: Toplum tarafından zorlandığımız “farklı olmak” kavramına. O kadar uzun zamandır bu manipülasyon altındayım ki öncesinde nasıl düşündüğümü bilememekle birlikte herkesin farklı ve özel olması gereken bir dünyada yaşadığımızı hissediyorum. Sanki ancak bu şekilde o güruhtan ayrılabilir ve değerimizi gösterebilirmişiz gibi. Yine soralım, bu kuralı kim koydu? Güruhtan ayrılmak neden ve güruh kim, kimden neden farklılaşıyoruz?
Bu baskılar altında “bir kez”ci olmamıza şaşmamalı çünkü bizler de kendi “bir kez”lerimiziz aslında. Sürekli bir kez hayata geliyoruz ve yaşanacak tek bir hayat var diyoruz. Bu bakış açısının doğruluk tartışması bir yana körleştirici özelliklerini gözden kaçırmamak gerek. Tüm bu ego ve kendini beğenmişliğin getirdiği çatışmaları izliyoruz; paylaşamamayı, kıskançlıkları, entrikaları ve insanlık dediğimiz kavramlardan yavaşça uzaklaşmamızı… “Düşündüğümüz kadar önemli miyiz?” diye sormalı. Gerçekten de “bir kez” miyiz? Ya değilsek ne olacak, bir kezliğimiz dışında başka hiçbir şeyimiz yoksa o zaman ne olacak?
Sonsuz Döngü Teorisi’ni kolektif anlamda katlanılmaz bulsam bile bireyde kaldığımız sürece insanın ilerlemesine yardımcı olan ve onu rahatlatan bir fikir. Hiçbir şey çok da önemli olmayınca her şey bir anda çok daha da önemli hale geliyor. Burada ise devreye tercihlerimiz giriyor. Madem şu an, yaşanan sonsuzluklar kumsalında sadece bir tane; o zaman ne olduğunun hiçbir önemi yok. Ne olduğunun ve ne olacağının tek önemi bendeki yansıması, benim varoluşumdaki karşılığı. Şu an yaşadığım hayat belki de 72.398.927 numaralı İlayda’nın hayatı ve evrensel düzlemdeki önemi sadece bana kadar. Bu anlam ise özel olduğum için değil, sadece benim sıram olduğu için bende. Önemli olan bana devredilen bu anlamla benim ne yapacağım. Önemli olan belki yenisi baştan ve baştan yapılacak bu palete benim ne iz bırakacağım. Belki farklı bir iz olacak belki de milyonuncu kez tekrar edilen bir çizgi. Ama ne olursa olsun “benim” olacak ve bu kombinasyonun bu versiyonunda “bir kez” olacak. Belki de sahip olduğumuz tek “bir kez” içimizden geldiğince davranabilme cesaretine bu hayatta sahip olmaktır. Çünkü zaman herkesin paletine ince ve keskin bir çizik bırakıyor ve bizleri aynılaştırıyor, gerisi ise tamamen bize ait, sonsuza kadar bizsiz tekrar edecek olsa da.