Deniz kenarında uçsuz bucaksız parkın köşesinde bir bankta oturuyoruz. Önümüzden şehrin bütün çiftleri geçiyor. Gençleri, yaşlıları, orta-yaşlıları, köpek gezdirenleri. Hepsi. Arkamızda otomobillerin ani fren sesleri, dilenci çocuğun kahkahası. Burnumuzda denizin tuhaf kokusu. Aynı şeyleri görüyor, aynı vapurun düdüğünü duyuyoruz. Aynı rüzgarla titreyip aynı şeye üzülüyoruz.
O kasım sonu, ah o kasım sonu! Onu gördüğüm gün. Barda bir duruşu vardı, sanki bütün bu evren ona hizmet etmek için yaratılmıştı. Kapılar ona açılmak için, içecekler ona sunulmak için, bütün şapkalar o taksın diye yapılmıştı. Öyle bir duruş, bakış. Onda uzaktan bakanların bir çırpıda kibir olarak nitelendirdiği karmaşık bir gurur vardı. Yerine oturtulmamış, oturtulsa yerini bulacak bir onur.
O çalkantılı aşk filmlerindeki gibi insanın nehrini döndüren bir tanışma yaşamadık. O benim nevrimi döndürdü tabii o ayrı. Önce kısa kısa sohbetler ettik. Mimar olduğunu öğrendim, en sevdiği çiçeğin şebboy olduğunu, elma yiyemediğini… Günler geçti bar taburesi üstü sohbetler bize yetmez oldu. Birlikte gezmelere başladık. Bir akşam o götürüyordu bildiği güzel bir yere, bir akşam ben götürüyordum. Gündüzleri ikimiz de çalışıyorduk, pazar günlerimi de aileme ayırmıştım. Evliydim. Kocaydım, hem de babaydım. Evlatlarıma ayırdığım pazar günlerinin fazlasıyla yettiğini düşünüyordum. Akşamlarımı da kendime ayırmamda hiçbir sakınca görmüyordum. Karıma gelince… Bir kadının ahını asla almamam gerektiğini 80 yaşına gelmiş geriye baktığı zaman elle tutulur bir övgü ya da sövgü görememiş biri olarak söylüyorum.
Ağır ağır yaşadık biz aşkımızı. Artık onun evine gitmelere de başlamıştım. Diş fırçamı, pijama altımı bırakmalara da. Banyoda traş malzemelerim bir raf kaplamaya da. Mutluyduk ama ben bir o kadar da gergindim. Benden çok gençti, ben de her an genç bir aşığıyla gidecekmiş gibi davranırdım. O benim tek seyircimdi. Hedef kitlemde sadece o vardı ve ben onun kanalı değiştirmesini göze alamazdım. Umduğum gibi de olmadı. Kanalı değiştirmedi, fişi çekti.
Ona evlenme teklifi edecektim o akşam. Kadınlar evlenme teklifine bayılır. Bu dünden bugüne değişmez bir kuraldır. Her şeyi hazırlamıştım. Ona o çok sevdiği şiiri okuyacaktım. Diyecektim ki:
Hiçbir vakit tam karanlık değil gece
Kendimde denemiştim ben,
kulak ver dinle.
Her acının sonunda açık bir pencere vardır,
aydınlık bir pencere.
Hayal edilecek bir şey vardır,
yerine getirilecek istek,
doyurulacak açlık,
cömert bir yürek,
uzanmış açık bir el,
canlı canlı bakan gözler vardır.
Bir hayat vardır, hayat
bölüşülmeye hazır. *
Benimki halihazırda bölüşüldü belki ama payıma düşeni seninle bölüşmeye değil sana adamaya hazırım, diyecektim. Erken çıkmıştım işten. Yedek anahtarım da vardı, sürprizimi hazırlayacaktım. Girdim eve, bomboştu. Benim eşyalarım dâhil hiçbir şey kalmamıştı, boşaltılmıştı. Sadece ayakkabılıkta bir not. En sevdiğim renk olan yeşil bir kağıtta yazılı bir kelime. Hoşçakal…
Yıllanmış karı kocaların arasında yalnızca onların bildiği, dışardan bakan birinin asla akıl sır erdiremediği bir zamanlama söz konusudur ya o zamanlama uyarınca işte karım onun konusunu açtı o akşam. Biliyordu en başından beri eminim. Çünkü kadınlar alır o kokuyu, sadakatsizliğin kokusunu. Ama ilk defa o gece açtı konusunu bilerek belki, belki de bilmeyerek. Belki gidişine o bile sebep olmuş olabilir bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Ondan bahsettim karıma, ona olan aşkımdan, ağladım kucağında. Ben ağladıkça o da ağladı. O gece hayatımın son gecesi sayılırmış da ben bilmezmişim. Karım o geceden sonra tam 25 sene boyunca bir daha benimle konuşmadı. Tek kelime bile etmedi. Bana sadakatsizliğimin bedelini bir ömür ödetti. İletişim ne önemli şeymiş ya rab! Yazardım ya ben kalemim vardı, tüm insanlık sussa kalemim yazardı. O işler öyle olmuyor işte!
Deniz kenarında uçsuz bucaksız bir parkın köşesinde bir bankta oturuyoruz. Önümüzden şehrin bütün çiftleri geçiyor. Önümüzden ömrümüz geçiyor. Aynı şeyleri görüyoruz. Aynı vapurun düdüğünü duyuyoruz. Aynı rüzgarla titriyor titrek lekeli kırışık ellerimiz. Aynı şeye üzgünüz. Aynı yaşanmamış hayatımıza. Çeyrek asırın ardından karım konuşuyor benimle. Hoşçakal diyor, gidiyor.
Sonra anlıyorum seni seven bir kadını asla üzmemem gerektiğini. Çok geç.
*Paul Eluard