Konuk Yazar: Nilsu Sevinçli
Moralim felaket bozuktu. Birisine kızmıştım, zaten doğum günü hüznü de vardı üstümde. Buz gibi okyanus suyunda yüzdüğüm günün akşamında Lizbon bana daha bir soğuk gelmişti. O gün bir karar verdim. Boş vakit ayarlayabildiğim her günümde başka bir şehire gidecektim.
Nadine ile sokak üstü bir kioskta oturuyorken uçak biletlerine bir daha baktık. Ben Schengen vizesini zor almıştım, Avrupa görmek istiyordum o ise sanırım Alman vatandaşlığının verdiği Avrupa sıkılganlığına sahipti.
Skyscanner’da sayfayı yeniledikçe Lizbon’dan Tanger’e 30 euroya gidiş dönüş uçak bileti yakaladık. Bilet tam bir hafta sonrası içindi. Şehir hakkındaki yorumları güvenilir kaynaklardan okurken (ekşi) Marakeş ve Lizbon yollarında Casablanca filmini de izlememin etkisiyle Kazablanka’ya da gitmek istedik. Elimizde kağıt kalem planlar çizilmeye başlandı. 30 euro olduğu için almayı düşündüğümüz uçak bileti 4 gece 5 gün için 3 farklı şehiri otobüsle gezdiğimiz bir plana dönüşüyordu ki kendimize geldik. Bu üç şehir arasından en merak ettiğim kızıl şehir olarak da bilinen Marakeş’ti. Oradan oraya alelacele gezdiğimiz bir tatil planındansa tek bir şehri bütünüyle görebildiğimiz bir seçenek daha mantıklı geldi ve 30 euro olduğu için uçak bileti baktığımız gezide ulaşım bütçemizi arttırıp konaklamadan kar edeceğimiz bir plana geçtik.
Marakeş uçağımız akşam üzeri Lizbon’dan havalandı, biz türkolar (en azından ben) yurt dışı uçuşu yapıyorsam yaklaşık 3 saat önceden hava alanında olmaya alışkınımdır. Bu sefer havalimanının yakınlığına güvenerek bir saat eksilttim ve yaklaşık iki saat öncesinde havaalanına ulaştım.
Kapıda Nadine’i bekliyordum. Bir yarım saat gelmedi, sonra o gelince biz bir yarım saat daha kapıda bekledik. Neden diye sormayın inanın bilmiyorum. Onun rahatlığı bana da bulaştı sanırım. Sanki iç hatlar ya da Avrupa ülkeleri arası uçuş yapacakmışız gibi öylece vakit öldürdük. Saati kontrol ettiğimde kapıların kapanışına 20 dakikamız olduğunu fark ettim.
O andan itibaren koşmaya başladık, güvenlik geçişinde bizi bekleyen uzun bir sıra vardı en çok vaktin orada gideceğini düşünerek kendimizi avuttuk ama unuttuğumuz, bu bir Avrupa içi yolculuk değildi. Bizi bekleyen bir sonraki kontrol noktasına geçerken bir yandan ikinci bir biletin fiyatını hesaplıyordum. Unuttuğumuz bir diğer konu ise benim Avrupalı bir pasaportumun olmamasıydı. Ülkeden çıkış için damga bastırmam gerektiğinden uzunca bir sıraya girmem gerekiyordu. Sanırım adrenalinin verdiği güçle yaptım. Emin değilim ama sıradaki insanlara uçağı kaçırdığımı açıkladım, biraz sesli bir şekilde ve o insan grubu benim hayatımı en azından bir 150 euromu kurtardı. O noktadan da geçince son bir sınavımız kalmıştı. Kapı kapanma saati gelmiş ve uçuşa on beş dakika kadar vardı. Ama bizim kapımız küçük sandığımız havalimanının en sonunda yer alıyormuş. Bunu koşumuz bitmeden fark edememiştik. Neyse ki bu yazının devamı olduğuna göre uçağa binebildiğimizi anlamışsınızdır. Kan, ter, gözyaşı içeren bir sürecin ardından havadaydık, gün batımı çok güzeldi ve şükür duası etmenin tam sırasıydı.
Marakeş’e vardığmızda havalimanında en hoşuma giden uygulama Türk pasaportuyla Alman pasaportunun aynı noktadan kontrol edilmesiydi. Girişlerde ülkeye iltica etme niyetiyle gelmediğimi ve İstanbul varken onların şehirlerinde kalmayacağımı (fikirlerim biraz değişmiş olabilir) açıklamaya çok alışmıştım.
Havalimanından şehir merkezine geçmemiz gerekiyordu ama o büyüklükteki bir havalimanına göre çok sakindi. Tabi saatle de bağlantılı olabilir biz dokuz buçuk gibi varmıştık.
Bu arada nilsunun dijital günlüğümsü diye bir Instagram hesabımdan hikaye paylaşıyordum, tahmin edin nerelerdeyim diye. Paylaştığım ilk hikayelerden yapılan varsayım Portekiz’den Pakistan’a gittiğim yönündeydi. Biraz yargılandım, Schengen vizesi için o kadar uğraşıp europa diye gezip ilk fırsatta Afrika’ya gitmeyi ben de planlamamıştım.
Zaten çok planlı da gitmemiştik, kalacağımız dört gecenin sadece ilk gecesi için otel ayarlamış kalanını oraya gidince hallederiz demiştik.
Havalimanından daha pahalı olduğunu bilsek de telefon hatlarımızı aldık ve otobüs ile şehir merkezine geçtik. Bu andan itibaren işler Nadine’in kontrolü altındaydı, yerel halka İngilizce değil Arapça ile iletişime geçmesi çok daha kolaydı.
Faslıların kullandığı Arapça, Yemen asıllı olan arkadaşımınkinden oldukça farklı. Onlar genelde Nadine’i rahatlıkla anlasalar da Nadine için anlaşılması daha zor bir Arapça konuşuyorlar. Bunun nedeni de dildeki Fransızca esintisi diyebiliriz. Fransızca kelimeleri Arapça gibi telaffuz ediyorlardı.
Bu konu ileride buranın yerlisiymiş gibi rol kesmeye çalıştığımızda bize sıkıntı çıkartacaktı.
Şehir merkezine, vardığımızda bizi ilk karşılayan parklardaki kedi popülasyonuydu. O kadar özlemişim ki kedi görmeyi. Parkı biraz geçince bizi büyük meydana yönlendirecek çarşının içine girdik. Çarşı kısmı tam bir curcunaydı. Saate rağmen şehir çok hareketli, insan trafiği karma karışıktı. Yemek kokuları bize açlığımızı hatırlatınca oldukça salaş bir yere oturduk ve falafel dürüm sipariş ettik.
Vegan mutfak konseptindeki yerlerde çok da baharat dengesinin güzel ayarlanmadığı tatsız falafellerden sonra ağız tadımıza uygun ve cebimize de çok çok uygun bir yerde yemiş olduk ve otele geçmek için bizi bekleyen yola devam ettik.
Eğer Marakeş videolarına biraz bakmışsanız devasa bir meydanda insanların yılan dans ettirdikleri, bolca canlı müzik yapan küçük insan halkalarının oluştuğu, maymunların dans ettiği daha önce hiçbir yerde benzerine şahit olmadığım bir atmosfer beni karşıladı.
Marakeş uçuşu için yola çıkmadan önce aramıştım babamı, bana birazcık tepkiliydi ki ne halin varsa görürsün modunda bir geri bildirim almıştım ondan.
Çok pesimist bir taraftan yaklaştığını düşünüyordum ancak meydanın görünce dediğim ilk şey babam haklıymış olmuştu. Tamam bu kadar dramatik yaklaşmaya gerek yok ama Eminönü’nde vakit geçirmeyi seven birisi olarak kaotikliğin beni etkilemeyeceğini düşünürken yanılmışım. Zaten geçirdiğim beş günün boyunca bu meydan hakkındaki karışık hislerim bütün şehir hakkındaki görüşlerime de sirayete edecekti.
Bir film sahnesinin parçasıymış gibiydik, rengarenk ışıkların arasında müzikle eğlenen insan gruplarını inceleyerek oradan geçtik.
Riyadımızı bulmamız gerekiyordu, Google maps biraz sıkıntılıydı. Sokaklardan geçerken depremin etkisiyle yıkılmış virane haldeki evleri gördük, bazı sokaklar sanki Counter Strike arka planı olsun diye bırakılmış gibiydi. Dışarıda sadece erkeklerin olduğu onların da bakışlarından rahatsız olduğumuz bir evre yaşandı. Adres sormaya çekiniyorduk ama maps tarifine göre riyadın olması gerektiği yerdeydik. Neyse ki birisi bizim durumumuzu anladı ve tarif etti.
Kapıya ulaştığımızda bir otel girişi hayal etmeyin lütfen. Sadece bir bina duvarı biraz kot farklıyla aşağıda kalmış siyah demirden yapılma kapı. İçeri girince dar bir koridordan geçiyoruz. Oradan yine klostrofobik merdivenler derken katları çıkıyoruz ve orta avluyu görüyorum. Binanın içi dışı ayrı bir dünya gibiydi. Odalar bu avlu çevresinde sıralanırken en yukarıda şehrin diğer çatılarını izleyebileceğimiz bir teras mevcuttu.
Dekorasyonu çok sevimliydi, bohem duvar süsleri yeşil bitkiler rahat minderler arasında kendimize bir yer bulduk ve oteldeki görevliyle sohbet ettik. Bu arada hala üzerimizde güvende hissedememenin verdiği bir gerginlik vardı.
Odamıza geçince Nadine’in yıllar yıllar önce internetten tanışıp belli aralıklarla sohbetinin olduğu Fas asıllı bir arkadaşı vardı. Bu arkadaşına ulaşıp ona Marakeş’te olduğumuzu söyledik ve üç saat boyunca şehirde yapılabilecek aktiviteler hakkında kendisinden turizm rehberimizmiş gibi destek aldık.
Ancak hizmetler sadece gezilecek noktalarla sınırlı değildi. Pazarlık yaparken hangi cümle kalıplarını kullanacağımızı da öğrendik.
Eğer bir gün Marakeş’te pazarlık yapmanız gerekirse aklınızda bulunsun.
‘Adeni Temen Zuim’
Bana iyi bir fiyat ver anlamına geliyor. Ne zaman bu kalıbı kullansam yabancı olduğumu bilseler de küçük bir sempati kazanabildim.
Yerelmişiz gibi davranmamızı söyleyince kendimize de karakter yazmamız gerekti.
Nadine’in babası Yemen asıllı göçmen, annesi Faslı burada okuyor ve yaşıyor. Benim rolüm daha basit ben de onu ziyarete gelen arkadaşıyım. Şıkili’de yaşıyoruz.
Bütün bu bilgilerle yarın olsun hayır olsun bakalım diyerek uykuya daldık. Uyandığımızda harika bir kahvaltı bizi spektrumun pozitif tarafına attı diyebilirim. Hamur işleri, reçeller, naneli çay… Türk kahvaltısının aroması farklı Fransız etkisiyle de kruvasanlarının daha lezzetli olduğu versiyonu gibiydi.
Gece otele giderken kendimizi güvende hissetmediğimiz için farklı bir otele geçmeye karar verdik ve çantalarımızı toplayarak otelden ayrıldık. Gece geçtiğimiz yolları gündüz gözüyle görünce daha az korkutucuydu ama depremin şehire etkisini daha iyi anlamıştık. Dar sokaklardan geçerken binaların arasında demirler olduğunu görmüştüm. Evlerin sağlam kalabilmesi için yapılan bir uygulamaymış.
Arap şehirlerinde şehrin eski çarşı bölgesine medine deniyor. Bizim kaldığımız bölge de şehrin medine kısmı. Google maps’in adres gösteremeyeceği kadar dar karışık sokaklarla çevrelenmiş bir alan. Biraz geniş sokaklara çıktığımızda motosikletlilerle
karışmış insan trafiği yoğunluğu içinde buluyor insan kendisini. Hep gözün açık gittiğin yere dikkat etmen gerekiyor.
Binaların tek renk, kızıldan oluştuğu şehirde mimari anlamda farklı tarzlar olsa bile şehrin bir bütün oluşturduğunu söyleyebilirsiniz. Ülkenin baskın iki milliyeti var Araplar ve Berberiler. ‘Mur Akush’ ise Berberice kökenli bir kelime ‘Tanrının Şehri’ anlamına geliyor.
Lizbon’un Avrupa için hareketli sayılan, benim için nispeten sakin şehir hayatından ayrılıp kaosun hâkim olduğu kızıl şehir Marakeş’e tatile değil hayat deneyimi kazanmaya gitmişiz.
Belki babam haklıydı, ama eşsiz bir şehir eşsiz hikayelere kapı aralamaz mıydı?