Bugünün bir tarihine bakayım, 26 Kasım 2023. Sevgili arkadaşlarım; karşının insanları Mehmet Çavdar ile Utku Karadeniz’i Üsküdar’ın mistik, ruhani havasını solumaları için Asya yakasına davet ettim. Aslında bir Fatih turu planlarken benim zaman kısıtımdan dolayı Asya’ya çekmek durumunda kaldım, sağ olsunlar arkadaşlarım diğerkâm insanlar oldukları için benim vaziyetimi anlayışla karşılayıp Üsküdar davetime olumlu döndüler.
Hava serin, gece vakti fırtınada dehşet yağmur yağmış. Gündüze de sert bir rüzgâr kalmış. Bir kafede buluşup daha sonra bir göçmen restoranında, üzerinize afiyet, güzel bir yemek yedik. Ardından canımdan çok sevdiğim arkadaşlarımı hayatın fâni olduğunu hatırlatmak maksadıyla Bülbüldere Mezarlığı’na götürdüm. Gördüğüm modern Türk mezarlıkları arasında en orijinallerden birisi. Mimarisi Türkiye’de hiç denk gelemeyeceğimiz türden, Müslüman mezarları arasında kesinlikle eşsiz. Dolaşmaktan her defa çok zevk alıyorum. Canım dostlarım da benim zevkime tanıklık ederken şevke gelip zevkten sarhoş oldular. Ancak bu mezarlığın bir Sabetay mezarlığı olduğu söylenir. Sabataycılar hatırladığım kadarıyla kendini mesih ilan eden Sabetay isimli bir Yahudi din adamının işleri büyütüp Osmanlı Sarayı’nın dikkatini çekmesi, en sonda “Ya Müslüman olursun ya da kelleni alırız!” tehdidiyle Müslümanlığa “dönüyor” (Bu yüzden “dönme” de denir). Ancak bu insanlar içlerinde Yahudi inancını taşımaya devam ettikleri için bu şekilde anılıyorlar.
İşimizi bitirdik mezarlıkta. Sonra bir kahvede demlenmek için başladık yürümeye. Gideceğimiz kafe biraz yokuştaydı. Az biraz nefes nefese kaldık ama mükafatı yüksekti. Çayın hâlâ 5 TL olduğu, tatlı fiyatlarının henüz taze 110 TL’leri gördüğü güzide bir mekân. Duvarda muhteşem bir Sultan Abdülhamid Hân grafitisi var. Etkileyiciydi.
Tam kafeye girmeden önce, o yokuşları büyük bir kuvvet ile tırmanırken Üsküdar’ın eski, kızıl tuğlalı camilerinden birine rast geldik. Başta yanından çıkarken çok dikkat vermedim ancak giriş kapısından geçerken birden açık kapıdan içeriye girmek istedim. Yarısı açık kapıdan gördüğüm küçük manzara beni içeri çekti. Daldım içeriye. İçeride rastgele dizili taşların bulunduğu, aralarında yağan yağmurun ardından yeşermiş bütün canlılığıyla çimenlerin yer aldığı bir zemini vardı. İçeri girdikten sonra solda, yüksek katlı bir apartmanın dibinde, koridor uzunluğunda tek katlı bir yapı bulunmakta. Burası eski bir yapı, kiliselerde yer alan din adamlarının evini andırıyor. Önünde boylu boyunca uzanan güzel bir çınar ağacı yer almakta. Yaprakları dökülmüş. Sağındaki kızıl tuğla cami yüzyıllara uzanan geçmişiyle gururlu ve dimdik duruyor. Üsküdar meydandan içlere kıvrıldıysanız az biraz bilirsiniz Üsküdar nasıl bir yer. Eski Türk mimarisi modern hayatta da kendine yer bulmuş. Ahşap evler ve dar sokaklar, bugünün Üsküdar’ında yine dar sokaklara sıralanmış çok katlı apartmanlara bırakmış yerini. Eski ortamın o huzur verici yanı yok ama. Sıkışık atmosferden kaçış ararken bu cami imdada yetişiyor. Cami avlusunun ve caminin bomboş durması beni biraz şaşırttı. Belki de insanlar alışıktır. İbadet yerlerinin bir ibadethane olmanın ötesinde anlamları olduğu için belki ben garipsedim. Kalabalığı sevmediğim için böylesi daha iyi zaten. O avlunun tamamen bana ait olduğunu hissetmek; sınırları çizili, tatlı bir bölgede kendime özel bir kaçış alanı olduğunu bilmek bana özel hissettiriyor.
Biraz nostaljik olmadı da değil. Küçükken zorla götürüldüğüm köy evimizi hatırlıyorum. Türkiye’de eminim pek çok çocuk bu mecburiyetten boyun eğmek durumunda kaldı illaki. Arkadaşlarınız bir arada takılırken sizin tatillerde köye gidip büyüklerinizi ziyaret etmek durumunda kalmanız, hele ki farklı yaşamlar yaşarken, elbette zor. Köyü büyük bir özlemle anamıyorum. Yalnızca oranın kendine has doğası bende hâlâ yankı buluyor. İnsanlarıyla, anılarıyla çok azı olumlu bir anlam taşıyor bende. Yalnızca o çevre, kerpiç binalar, toprak sokaklar (Onları da parkeyle kapladılar zaten.), her akşam müthiş gün batımına izlenim veren o sipsivri kayalık dağlar ve yollar boyunca sıralanan dimdik kavak ağaçları gözümde canlandı. Bizim evimizin de bir avlusu vardı. “Hayat” da deriz oraya. Sokağa bakan devasa ahşap kapıdan içeri girince karşınıza çıkan dikdörtgen planlı geniş bir alan. Eskiden dikdörtgen alanın sol tarafında; kerpiçten ahır, samanlık ve müştemilat gibi bir ev vardı iki göz odalı. O evin damına çıkmaktan çok zevk alırdım. Kerpiç dama uzanıp yıldızları seyretmek gibi bir şeye hiç girişmedim, onun hüsranı hiç geçmedi. Artık mümkün de değil zaten. O ev yıkıldı, ahırlar ve samanlık da artık kalmadı. Dikdörtgen alan, bir yandaki ekilip biçilen alan ile birleşti ve apaçık bir bölge oluştu. Bugünkü aklım olsa eskiden gittiğimde fotoğraflardım hep. Şu an düşünürken bile pişmanlık hissi yükleniyor bünyeye.
Yaşamadığım dönemde neler varmış, neler yitip gitmiş diye düşünürken hep hayıflanırım ne güzel birçok şey varmış, boşu boşuna kaybetmişiz diye. Hayatın akışı içerisinde bizler bile tanıklık ediyoruz böyle şeylere aslında. Yıkıyoruz, yeniden yapıyoruz. Bazı şeyleri fotoğraflıyoruz, resmediyoruz. Bazen ise hayal edip çiziyoruz veya hakkında yazıyoruz. Kimi zaman ise hatıramızda yer ediniyor sadece, bir sonraki nesle aktarıyoruz.
Yazıyı bir tamama erdirmek niyetinde değilim. Ucu açık kalsın, kafamdaki düşünceler de pek kesin değil zaten. Ara sıra geçmişe gidip bir zihin yoklaması yapıp düşüncelere dalıyorum öyle. Eğlenceli oluyor epey! ☺
İyi bir aralık ayı geçirmeniz dileğiyle.