Işık bir gün parlar, yorulur, söner. Peki söndüren nedir? Işık sürekli parlamaktan mı yorulur yoksa bir “hiçliğe” parlamaktan mı yorulur? Karşısında parlayabilecek bir hiçlik varken, ki bizzat kendisi de bir hiçlikten doğmuştur, o hiçliğe ışığını vermeden kendini söndürmesi olası mıdır? Hiçlik, bir hiçlik midir yoksa kendini hiçliğe hapseden bir parıltı mıdır? Peki ama bu hiçlik nasıl bir ışığı söndürecek kadar güçlü olabilir? Yoksa ışık, parıltıyı görüp hiçlikten doğabileceğine kendini mi inandırmıştır? Parıltı’nın bu hiçliği tercih ettiğini hiç bilmeden, kendi ışığını bir tercihe mi feda etmiştir?
Yoksa her şey daha mı farklıdır? Parıltı kendini hiçliğe, ışık için mi feda etmişti? Ya da buna feda demek yerine, hislerin bulanıklığının zihni tekilleştirmesi mi demeliydik? Peki parıltının tekilleşmesi hiçlikle beraber hislerin suskunluğunu mu getirmişti? Ya da bu hiçlik kimdi de parıltıdan kendisini feda etmesini isteyebilmişti? Işık o kadar mı önemliydi ki parıltı artık bir hiçlikti? Peki hiçlikte hisler var mıydı? Parıltı üzülüyor muydu? Parıltı unutmuş muydu? Işık kırgın mıydı? Tüm bu suskunluğu kim bitirecekti? Görmüyor musun senin için sustuğumu? Neden hislerinle konuşmuyorsun bana? Parıltı kızgındı, Işık anlamsızdı. Işık öylesine anlamsızdı ki, Parıltı kendi parıltısından ışığını göremedi.
Işık korkuyordu. Işık korkuyordu ama kendinden, çünkü tanımıyordu kendi yansımalarını. Işık parıltıyı istiyordu ama korkaklığı yüzünden hisleriyle yolunu çizebileceğini göremiyordu. Korkaktı o.
Parıltı parıldadı, o kadar parıldadı ki ışık bunu hiçlik sandı. Işık o kadar çabaladı ki hiçlikte kayboldu.
Işıklarda ve parıltılarda ne zaman ne ses vardır. Onlar sadece var olurlar. Öyle bir var olurlar ki, hiçliği bile aslında kendileridir. Tüm bu hiçlik aslında bir suskunluktur. Peki ben sustuğum zaman sen konuşabilecek misin?