Devasa bir ova, kahverengi. İçerisinde bir şehir, ışıl ışıl. Yüksek apartmanlar, uzun ve geniş yollar. Ana yolları parıldatan loş sarı ve beyaz ışıklar. Kayseri, tarihteki şanına şayan bir Anadolu metropolü. Şehri çok özel bir zamanda, kışın ziyaret etme fırsatını yakaladım. Yılbaşı öncesi hem görmediğimiz yeni bir yeri keşfetme arzumuzu dindirmek hem de hayatımızın ilk kayak deneyimini yaşamak için rotamızı Kayseri – Kapadokya olarak belirledik. Kente 28 Aralık sabahı, yaklaşık 10-11 saatlik yorucu bir gece yolculuğunun ardından saat 7:30’da vardık. Kayserili arkadaşımızın ailesi, büyük bir cömertlikle bizleri ağırladı. Talas’taki evlerine vardığımızda bünyede biriken yorgunluk kendini belli etti. Otobüste uyuyarak geçen vaktin bir faydası olmamıştı. Hepimiz odalara çekilip yataklara devrildik. İyi bir dinlendikten sonra öğlen kalkıp biraz karnımızı doyurduk. Öğleden sonra da Eski Kayseri merkezini (Melikgazi ilçesi) dolaşmak için yavaştan yol aldık.
Tramvay ile yaklaşık 10-15 dakikalık bir seyahatin ardından direkt merkeze vardık. Türkiye’de Anadolu şehirlerinde de raylı sistemlerin benimsendiğini görmek, sosyal sınıflara faydası açısından benim nezdimde paha biçilemez bir değer taşıyor. Bilhassa Kayseri gibi arabanın bir gereksinim olduğu kentte bu şekilde toplu taşıma projelerini çok kıymetli buluyorum. Ancak Kayseri’nin büyüklüğü için yine de pek yeterli değil gibi. Burada daha fazla kapsayıcılığın gelişmesi temennisiyle Eski Kayseri’yi biraz anlatmaya koyulayım.
Kayseri’nin de diğer büyük Anadolu şehirleri gibi taştan bir bedesteni mevcut. Bedesten bir hâyli büyük bir kompleks, içerisinde biraz oyalansanız alacak bir şeyler bulursunuz. Şükür, bizim vaktimiz kısıtlı olduğu için çok zaman kaybetmeden gezip çıktık. Şehirde merak ettiğim bir yapı vardı, Güpgüpoğlu Konağı ve Etnoğrafya Müzesi. Oraya doğru gezmeye yöneldik. Güpgüpoğlu konağı, kimi yerlerinde ahşap kullanılan ama ana iskeleti ve dış cephesi tamamen taştan olan, genişçe de bir hayata sahip olan büyük bir konak. Güpgüpler, daha sonra farklı gezdiğimiz mekanlarda da denk geldiğimiz bir isimdi. Kayseri için önemli bir aile olduğunu anlıyorum. Konağa dönecek olursak etnoğrafya müzesi olarak çok etkileyici buldum diyemem. Aslında girdiğime biraz da pişmandım. Ancak bu pişmanlığım uzun sürmedi. Konağın hemen yan kısmında bulunan harem bölümüne girdiğimizde göz kamaştırıcı güzellikte bir odaya girdik. odanın duvar ve tavanları ahşap kaplı, ahşapların da üzerinden birbirinden canlı, el emeği göz nuru kalem işlemeleri. Rengarenk çiçekler, yıldız tavan süslemeleri, yaldızlı çizgileriyle Kayseri’ye dair ilk intibalarım bu konakta oluşmaya başladı.
Konağın kendisi aslında sur içerisinde yer alıyor. Kayseri Kalesi, devasa surları ile hem iç hem dış surlardan müteşekkil bir yapı. Dış surların ayakta kalan bir iç köşesinde, konağın kendisi bulunuyor. Konaktan ayrılarak Kayseri merkezde bulunan, bir ara tartışmaların da odağında yer alan bir kütüphaneye gidiyoruz. Kütüphane, cemaati kalmayan metruk bir Ermeni kilisesinden dönüştürülmüş, son derece büyüleyici ve göz alıcı bir mekân. Giriş için kütüphane kartınızın olması lazım fakat arkadaşımızın annesi hakikaten müthiş bir pazarlıkçı. Görevlilerle uzun uzun konuştu, bizlerin içeriyi bir görmesi için izin koparmayı da başardı. Şayet ben olsaydım görevlilerin reddi sonrası ısrarcı olmak istemezdim. Ancak kendisinin büyük gayretleri, ikna kabiliyeti sayesinde ne mutlu ki bu simgesel yapıyı da görme şansına erdik. Dini kurumların bir zamanlar önemli eğitim müesseseleri de olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda esasen bu proje bana çok anlamlı geliyor. Aslında bu mekânların köhnemiş bir işlevini bu vesileyle diriltip topluma kazandırmış bulunuyoruz. Ancak bazı kesimler dini bir yapının esas kullanımından çıkartılmasını yanlış bulmuştu ilk kütüphaneye dönüştürüldüğü zamanlar. Bu bir taraf haklı bir taraf haksız denilebilecek, nesnel bir husus değil. Tamamen yaklaşım ile alakalı. Bu yapıların şehir merkezinde metruk yapılar olarak kalmasındansa kamuya açık, ücretsiz kullanılabilecek alanlar olmasını yeğlerim. Müze kavramı da kulaklara hoş gelebilir belki. Ancak bizler kentlerde yaşıyoruz. Bu gibi yapıları hakkında bilgi sahibi olunacak, içerisinde sergi gezilecek bir “kültürel nesne” olarak konumlandırmak yerine onları hayatımızın parçası yaparak kentlerimiz için içselleştirilmiş semboller yaratabiliriz.
Kiliseden sonra sırada eski bir lise olan, Kayseri’nin ilk modern Türk eğitim kurumu Kayseri Lisesi geliyor. Çanakkale Harbinde bir sınıfını mezun veremeyen lise, iki katlı kâgir bir binada eğitim vermekteydi. Şu an binası hâlâ kampüs alanında ancak müze hizmeti görmekte. Eğitimin kendisi daha modern binalarda, binanın arkasında verilmekte. Bu da yanlış bulduğum bir uygulama. Aidiyet, bana kalırsa mekân ile başlıyor. O binada eğitim verilebilir olması bu eğitim kurumu için hem il içerisinde hem çevre illerde asıl değer olurdu. Müzedeki eski eğitim araç gereçleri, eşyaları da farklı bir müzede (örneğin Güpgüpoğlu Konağı’nda) sergilenebilirdi.
Liseden ayrıldıktan sonra Melikgazi’nin şu an restorasyon altında olan, yeni yeni yaşam emareleri göstermeye başlayan eski muhitine doğru dümeni kırıyoruz. Taş ile ahşabın eşsiz uyumunu yansıtan bu binalar işçilikleri ile kendine hayran bırakıyor. Burası küçük, kurtarılmış bir bölge. Değeri geç kavranmış fakat geç olsun güç olmasın diyelim. Bir çalışma olduğunu görmek, bilincin uyandığını görmek ümit verici. Yavaşça buradan ayrılıp Kayseri Kalesi çevresindeki pastırmacılara yöneliyoruz. Sucuk ve pastırma alışverişimizi tamamlayarak Kayseri yağlaması ziyafeti çekmek üzere arkadaşımızın ninesi ve dedesini ziyarete gidiyoruz. Enfes bir ev yapımı Kayseri yağlaması yedikten sonra biraz dinlenip kalkıyoruz. Aslında bugüne sığdırmak istediğim son bir gezi daha vardı ama gerçekleşeceğinden emin değildim. Hepimiz serin Kayseri gecesinde bir de görmek istediğim Eski Talas’ı ziyaret ettik.
Eski Talas da kimi yerlerde geçirdiği restorasyonlarla güzel bir görünüme bürünüyor. Ancak rahatsız edici bir unsur var: Yeni açılan mekânların tasarımları. Asılan tabelalar, kullanılan ışıklar, lokanta ve kafelerin iç tasarımları kâbus gibi. Ne bulundukları binalara ne de muhitin kendisine uyuyorlar. Neticenin bu olmasını üzücü buldum. Bu konuda Türkiye genelinde bir arpa boyu yol kat edememek üzücü. Bazı belediyelerin, belki de Turizm Bakanlığı etkisiyle, kullandığı standartlarda bile göz zevkini bozan bir vaziyet var. Kayseri özelinde görünüyor ki çalışmalar yeni, ileride daha farklı görürüz belki. Ancak şu anki durum, tarif ettiğimizden ibarettir.
Eski Talas’ta gezmeye devam ediyoruz, biraz daha yukarı tepelere, eski sokaklara çıkıyoruz. Burada bir Rum kilisesi var, 1925’te cami yapılmış. Çok cemaati yok gibi görünüyor. Kapısı kilitli fakat arkadaşımızın annesi öğretmenlik mesleğinin getirdiği “network” ile bir öğrencisinin velisinde bulunan anahtar yardımıyla yapıya girişimizi sağlıyor. Yapı, zamanında II. Abdülhamit’in tensipleriyle inşa olmuş bir 19. yüzyıl yapısı. Camide herhangi bir ikon mozaiği veya görselleri bulunmuyor. Herhangi bir zarar verildi mi bilmiyorum ama daha çok zamanın eskitmesine karşı koyamayan duvarlardaki alçıların nemden dolayı tozlaşmasıyla silikleşmiş ve yok olmuş gibi duruyor. Caminin yalnızca ilk katında bulunmadık. Kilisenin eski çan kulesi merdivenlerini tırmanarak çatısına çıktık. Hayatımda ilk kez yaptığım, hep de yapmak istediğim bir şeyi daha listemden böylece temizlemiş bulundum: Dini yapıların çatı veya kulesine çıkabilmek.
Böylece 8-9 saatlik Kayseri gezimizin sonuna geldik. Diğer günlerde Kayseri içerisinde tekrar gezme fırsatımız olmadı. Fakat ince bir planlamayla keşfettiğimiz Kayseri için keşfedilecek en az 1 günlük daha plan yapılabilir. Onu da ümit ediyorum ki bir sonraki gelişimde tamamlayacağım.
Gezinin diğer kısımları için beklemede kalınız… Sevgiler.