Röportaj teklifini kabul ettiğiniz için yeniden çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. 30 Mayıs’ta gerçekleştirdiğimiz Simurg Söyleşi Saati’nin tadı damağımda kalmıştı. Sizlerle yeniden buluşmak benim için büyük bir zevk.
Şu sıralar hayatınızda neler oluyor, neler yapıyorsunuz?
Genellikle üniversitenin yaz okulunda ders veririm; fakat bu sene bunu yapmak yerine yazmak istediğim makalelere ve yeni başladığım kitap çevirisine odaklanmak istedim. Dolayısıyla çalışarak geçiriyorum bu yaz aylarını. Ağustos’ta Göçebe Düşünce Derneği’nin Gümüşlük Akademisi’yle birlikte düzenlediği Çağdaş Felsefe Yaz Kampı’nda ders vereceğim. Bir yandan da ona hazırlanıyorum. Hem farklı öğrencilerle tanışacağım hem de kamptaki diğer meslektaşlarımın derslerine katılabileceğim için şimdiden dört gözle bekliyorum bu kampı.
Felsefe ile tanışma hikâyenizi öğrenebilir miyiz? Mesela felsefe türünde okuduğunuz ilk kitabın adı neydi? Hatırlıyor musunuz?
Çok klasik bir hikâye benimki. Lisedeki felsefe öğretmenimden çok etkilenmiştim. Onun sayesinde felsefe kulübünü kurmuştuk. Yine onun yüreklendirmesiyle liseler arası felsefe olimpiyatlarına katılmıştım. Desteğini bir an bile esirgemedi Duran Hocam. Aileme üniversitede felsefe okuyacağımı söylediğimde de yanımdaydı. Tahmin edersiniz; bu kararı almak başka, aileye açıklamak bambaşka bir dert. Cesaret isteyen adımlar. Duran Hocam hayal ettiğim şeyin peşinden gidecek gücü toplamamda bana çok yardımcı oldu hep. Ve en önemlisi, onu tanıdığım süreç boyunca bir an olsun felsefi tavrını bırakmadı. Anlattıklarının yanında hayattaki duruşu ve varoluşuyla da bana felsefeye ilişkin çok şey öğretti. Üniversite için İzmir’den İstanbul’a taşındıktan sonra da iletişimimiz devam etti. İleri aşamada kanser olduğunu söylediği telefon konuşmamızı hâlâ hatırlıyorum. Hastalığını karşılayışında bile felsefi bir refleks vardı. Bu haberi verdikten kısa bir süre sonra da bu dünyadan gitti. Var olmaya başkalarında devam ettiğimizin en büyük kanıtı da bu işte: Ben var oldukça, bu hikâyeyi anlattıkça Duran Hocam da var olmaya devam ediyor…
Maalesef ilk okuduğum felsefe kitabını hatırlamıyorum; fakat felsefeye ilgi duymaya başladığım ilk zamanlar beni çok heyecanlandıran birkaç kitap hatırımda. Aşırılığın Peygamberleri bunlardan biriydi. Nietzsche, Heidegger, Foucault ve Derrida’nın felsefe geleneğiyle hesaplaşmaları üzerine bir çalışma. Felsefeye, yüzlerce yıllık geleneği eleştiren düşünürleri okumakla başlamak biraz tuhaf tabii; ama bir tür otoriteye meydan okuma, farklı yollar açma, yerleşik olanı eleştirme temalarını bulduğum için o yaştaki hâlimi oldukça motive ediyordu bu düşünürlerle tanışmak. O dönem “postmodernizm” terimi revaçtaydı; bu düşünürler de “postmodern” olarak etiketlenmişti; ne var ki terimin tanımı üzerinde henüz bir uzlaşma yoktu. Modernitenin eleştirisini ifade ettiğini varsayarak girmiştim bu düşünürlerin evrenine. Daha sonra, üniversiteye başladığımda, hâlâ hayatımda çok büyük yeri olan, çok sevdiğim Zeynep Direk Hocam beni hemen uyarmıştı: “Eleştirmeden önce geleneği çok iyi öğrenmek gerek.” Söylediği şey yıllar sonra anlam kazandı benim için. Platon’un ve Aristoteles’in müthiş zengin birer kaynak olduğunu Zeynep Hoca’nın “Felsefeye Giriş” dersinde idrak ettim. Onlarsız olmazmış! Nereden başlarsanız başlayın yol sizi bu filozoflara götürüyor; pusulayı ayarladığınız yer orası çünkü.
TEDx “Felsefe Ne İşe Yarar?” adlı konuşmanızda “Her cevabın bir son kullanma tarihi var.” demiştiniz. Felsefenin sizce ne işe yaradığını, bu cümle üzerinden Zümrüdüanka okurları için tekrar özetleyebilir misiniz?
Felsefenin “yarar”ı konusu oldukça tartışmalı aslında; dünyaya sürekli sorular üzerinden yaklaşmak tam olarak ne tür bir “yarar” bilemiyorum. ☺ Ama evet, felsefenin ne olduğunu, ne yaptığını ve hayatımızdaki yerini “kendimce” tanımlamam gerekirse, şöyle derim: “Dünyaya sorular üzerinden yaklaşmak.” Hepimizin dünyayla derdi olduğunu, dünyayla dertli olduğunu düşünüyorum. Felsefi düşünüş bize tam da bu derdi teşhis etmeyi ve bu derde nerelerde ve nasıl cevaplar arayacağımızı öğretiyor sanırım. Hep hatırlatırım: “Felsefe nedir?” sorusu da felsefi bir sorudur. Felsefe tarihine baktığımızda filozofların felsefeyi tanımlarken bile fikir birliğinde bulunmadıklarını görüyoruz. Fakat dert aynı, soru aynı. Dolayısıyla farklı cevaplar bulabilmenin, farklı cevapları hayal edebilmenin ve düşünebilmenin belirli bir açıklık gerektirdiği kanısındayım. Bu açıklığı diri tutabilmek en önemlisi. Bu da ancak, cevaplarımızın geçici olduğunu unutmamakla ve cevaplara sımsıkı tutunmamakla mümkün. Felsefi düşünüş şüphesiz cevap arayışındadır, ama cevapları kıyasıya tartışmaya da açma cesaretidir. Açıklıkta sebat etmek derken kastettiğim şey de bu. Cevabı ona tutunmadan enine boyuna, pek çok açılardan düşünmek, yeri geldiğinde de ondan vazgeçebilmek. Çünkü cevaplarımızı mutlak hakikat sandığımızda veya onlarda, çeşitli sebeplerle, inat ettiğimizde soru sormayı da bırakırız. Soru sormadığımızda da merak etmeyiz, derdi umursamaz hâle geliriz. İşte bu yüzden soru önemli, hem derdin farkında olmak hem de açıklığı sürdürebilmek için. Tabii şunu da itiraf etmeliyim; aşağı yukarı 20 senelik felsefe geçmişimde felsefeyi tanımlama biçimim birkaç defa değişti. O yüzden, söylediklerime “Şimdilik böyle düşünüyorum.” şerhini de düşmem gerek. Gün gelecek, okuduklarım, öğrendiklerim, tecrübe ettiklerim, karşılaştıklarım belki de beni başka bir felsefe tanımına yöneltecek; bilemiyorum.
Elis Şimşon ile Varoluşçuluk 101 atölyenize de atıfta bulunarak buna yönelik bir soru sormak isteriz. İnsanın varoluşu ve insanın kendini gerçekleştirme arzusunun hayatımızdaki yerini de göz önünde bulundurarak, sizce insan kendi varoluşuyla nasıl bir ilişki içerisinde olmalı?
“Nasıl bir ilişki içinde olmalı” sorusu zor; bunun için herhangi bir norm belirleyemem. Bunu yapan filozoflar var; ama ben hâlâ var olmanın ne demek olduğunu tecrübe etme kısmıyla ilgileniyorum. Varoluşçu düşünürleri de bu yüzden severek okuyorum. Varoluşumuzla ilişkimiz nedir sorusunu soruyorlar; nasıl olmalı sorusunu değil. ☺ Varoluşla ilişki onu deneyim etmektir bence. Büyük yargılar vermeden önce insan olmanın ne demek olduğunu tüm umutsuzluğu, endişesi, korkuları, mutluluğu, pişmanlığı, belirsizliği, komikliği, tutarsızlığı, sonluluğu ve trajikliği içinde deneyim etmek. Tüm bunlar insanlık durumunun farklı veçheleri. Bunları yaşamaktan çekinmediğimizde varoluşumuzla ilişki kurabiliyoruz. Aynı zamanda yaşadığımız deneyimlere verdiğimiz anlamları, onlara dair yarattığımız hikâyeleri ve bize hissettirdikleri de önemli; onlara da kulak verdiğimizde varoluşla kurduğumuz ilişki önümüzde belirmeye başlıyor. Muğlak şeyler söylediğimin farkındayım çünkü; herkesin kendi varoluşuyla kendisinin ilişki kurması, bunu kendince yapması gerektiğine inanıyorum. Herkesin kendi yolunu yürümesi gibi. Hiç kimse bir başkasının yolunu yürüyemez. Yan yana yürüyebiliriz, ama herkesin yolu kendinin.
“…bütün cevaplar geriye çekildiğinde, kendi sorumuzu yakalayabiliyoruz…”
Peki sizin kendinize sorduğunuz ve hayatınızı büyük ölçüde etkileyen bir sorunuz var mıydı? Eğer varsa bu sorunuza cevabınız ve aldığınız aksiyon nasıldı?
Çalışmalarımı motive eden soru(n) aslında. İnsanın bunu nasıl yapabildiğini, hayatın örgütlenişinin bizi başkalarının acılarına kayıtsız kıldığını, sorumluluğu kolayca bir kenara atabileceğimizi, itaat etmenin doğurabileceği felaketleri küçük yaştan itibaren düşünmeye başladığımı hatırlıyorum. Kudüs’teki Yad Vashem Müzesi’ni ziyaret ettiğimde 16 yaşındaydım. Bu sorularla dönmüştüm Türkiye’ye. Ve tabii, bunun altındaki sorunun başka insanla onu ezmeden, onu bildiğimi var saymadan nasıl ilişki kurabileceğim sorusu yatıyor. Bu soruya derinden ilgi duyduğumu da Emmanuel Levinas’la tanıştığımda fark ettim. Yine Zeynep Hocam’ın dersindeydi. Aslında bir yüksek lisans dersiydi ama beni lisans öğrencisi halimde dersine kabul etmişti. Zeynep Hoca Levinas’ı anlatırken büyülenmiştim, aklımda dolaşan ama formüle edemediğim soruları soruyordu Levinas. Zaten doktora tezimde de bunları çalıştım. Fakat sorunuzda daha kişisel bir boyut da var anladığım kadarıyla, varoluşumla kurduğum o mahrem ilişkideki soruları öğrenmek istiyorsunuz sanırım. Umut etmenin ne demek olduğu, nasıl umut ettiğimiz, umudun iyimser bir bekleyiş mi olduğu yoksa bir inanç mı olduğu soruları hep hayatımın içindeydi. Cevapları yine düşünürlerde arıyorum. Yaklaştığım bir cevap var aslında ama onu burada özetleyemem, punçtumdergi.com’dan okuyabilirsiniz. ☺ Bir de muhtemelen yaşadığım sürece soracağım ve herkesin de sorduğunu tahmin ettiğim soru şu: Kendi olmak nedir? Kendi olmak mümkün müdür? Özellikle de bugün pek çok imgenin bombardımanı altında kaldığımız bir dönemde nasıl kendimiz olacağız? Kendi olmada başkalarının etkisi nedir? Bu sorular hep birbiriyle ilişkili gördüğünüz gibi… Bunlara henüz bir cevabım yok. Deniyorum ☺
Yine TEDx konuşmanızdan devam edecek olursak felsefenin iyileştirici ve özgürleştirici gücünü siz hayatınızın en çok hangi noktalarında hissettiniz?
Sorularımı hem daha iyi anlamak hem daha iyi sormak hem de cevaplarını aramak için hep öncelikle filozoflara gittim ben. O zihin esnekliğini, farklı bakış açılarını görebilmeyi, sundukları düşüncenin içine girebilmeyi, o kavramsal dili anlamak için sabırlı ve azimli olmayı, cömertlikle ve yavaş yavaş okumayı hep onlardan öğrendim. Bu sorular benden daha önce sorulmuş ve bu büyük zihinler büyük bir ciddiyetle bu sorulara cevap aramış – bu müthiş bir teselli. Bu açıdan felsefenin üzerimdeki en büyük etkisi teselli etmesi sanırım. Ama o teselliye ulaşana kadar emek vermenin önemini asla küçümsememeliyiz. Örneğin Kierkegaard okurken böyle hissediyorum: Varoluşla derdini, anlama çabasını, deneyimlerini, hüsranını, inancını, kaygısını, umudunu didik didik anlatan, durmaksızın yazan çünkü yazarak kendini anlayabileceğini düşünen bir filozof Kierkegaard. Onun geçtiği yolu okumak tatlı bir teselli, çünkü bir rehber gibi Kierkegaard. Varoluşunun haritasındaki görkemli anıtlara, yıkıntılara, eğlence merkezlerine, gizli türbelere, çıkmaz sokaklara, büyüleyici manzaralara, tarihi binalara, en yeni alışveriş merkezlerine işaret ediyor. O harita tam olarak benimki olmasa da benim haritamda da benzer şeyler var. Dolayısıyla önceden birinin buraları keşfedip, bu maceraya çıkıp yaşadıklarını aktarması yüzyıllar sonraki okur için çok anlamlı.
Felsefe üzerine bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Yazmayı planlıyorsanız felsefenin hangi noktalarına dokunmak istersiniz?
Evet düşünüyorum. Levinas üzerine olacak muhtemelen. Kendimi ona borçlu hissediyorum. ☺
Son olarak sevdiğiniz bir filozoftan aforizmayı bizlerle paylaşabilir misiniz?
Aforizma paylaşmak yerine size bir kitap önereyim: “Kırdaki Zambak ve Gökteki Kuş”, Kierkegaard’dan.