Gökyüzü vardı bedeninin çevresinde. Masmavi gökyüzü… Bulutlar uzaktaydı, çok uzakta. Gökyüzündeki tüm bulutları görmek istercesine gözleri, yuvalarından fırlıyordu enginliğe bakarken. Maviliğin şeffaflığa dönüşünü gördü güneşin kıyısında. İçini açmış güneşe baktı. Güpegündüzdü ama rüzgâr bedenini kesiyordu. Bu kadar güneş varken bu kadar sert rüzgâr imkânsızdı. Güneşten çıkan her bir ışını görüyordu, her bir ışının aydınlattığı her bir yaprağı, böceği, çiçeği, tüm evreni… Tüm evreni hissetti bedeninde. Tenine dokunan bütün ışık hüzmelerini hissetti o an. İki yamacında duran nurlu yaratıkların varlığını. Ne zamandır güneş melekleri de aydınlatır olmuştu ki? Meleklerin onu sarmalayışını hissetti. Onların nuru omuzlarında bir yüktü. Onların nuru kollarında, bacaklarında, diz kapaklarında ve parmak uçlarındaydı.
Parmak uçlarının rüzgârı delişi hislerinin arasında belirdi. Rüzgârı koklayabiliyordu. Rüzgârın bir kokusu vardı artık. Okyanus ve çimenler gibi çiğ aynı zamanda toprak ve alev gibi yanık kokuyordu adeta. Parmak uçlarının deldiği rüzgârı toprak sandı bir anda. Çimenlerin hışırtısı ulaştı kulaklarına, okyanusun dalgaları sardı sanki bedenini. Çekirgelerin tek notalı sesi çimen hışırtısı ile ritim tutuyordu. Sesin sonsuz renkli çimenlerden mi, çimenlerin arasındaki çekirgelerden mi geldiğini ayırt edemiyordu.
Ya kuşlar?
Ya kanatlar?
Ya uçuşlar?
Kuşların uçuşu çok yakınındaydı. Kuşların cıvıltısı gürültü sayılacak kadar yüksekti. Daha önce hiç kuş cıvıltısından huzursuz olmamıştı. Kuşların kanatlarını, kuşların kanatlarını çırpışlarının her birini ve her çırpışta kopan tüylerini… Tüm bunları duyabiliyordu. Görebiliyordu da kuşların tümünü ve tüm kuşların tüylerini. Artık her şeyin farkına varıyordu güneş büyümeye devam ederken. Güneşin renginden emindi ve böyle bir kırmızı daha önce hiç görmemişti ömründe. Işık hüzmeleri büyüyüp kuşların kanatlarına dokunurken kanatlardaki tüylerin arasında oluşan mesafelerden ışınlar sıçrıyordu etrafa. Yine bir kuş tüyünün kopuşunu duydu ve o kopan tüy gökyüzünde süzülüp dudaklarına kondu. Kuş tüyü öpücüğü hissetti dudaklarında. Dudaklarındaki nemi hissetti ve tüyü yuttu.
Kuşlar kanat çırparken atların şaha kalkmasını duyabiliyor, aralarındaki nicel farkı artık ayırt edemiyordu. Her zerreyi hissetmek, her zerreyi kendinde hissetmek demek böyle bir şeydi. Tüm varlığın hissiyatından emin olduğunda kendini de fark etti derinlerden. Kirpiklerinin birbirine çarpışı, kanat çırpmak gibiydi. Tüylerinin çırpınışını, kanının damarlarındaki gezintisini… Kalbini ve ritmini çok yüksekten duyuyordu şimdi. Kalbinin pompaladığı her bir yudum kanın kırmızısını göz çeperlerinde görebiliyordu. Güneş, okyanuslar, rüzgâr ve kuşlar saygı duruşundaydılar adeta, kıpırtısız kalmışlardı. Ama kalbi can çekişircesine çarpıyordu. Neden? Yutkundu, gırtlağından geçen tükürüğün sesi kulaklarını yırttı. Her şey onun için gittikçe hem yakınlaşıyor hem de uzakta kalıyordu. Her şey onun için gittikçe büyüyor ama önemsizleşiyordu.
Nurun beyaz ışığını, güneşin aydınlattığı melekleri ve meleklerin acı gülümsemesini gördü.
Çığlıklar yükseliyordu o gülümsemelerin yırtılan ağızlarında, çığlıklar çok ve daha çok yükseldi. Kendi de yüksekte hissediyordu. Oysa…
Sonuna gelmişti yolunun. Yere çarptı tüm vücudu. Yeri hissetti damarlarında, az önceki hislerinden farklı olarak çok gerçekti bu his. Yeri hissetti içinde, merkezinde. Yer içindeydi, içi de yerlerde. Kalbi patlamıştı. Damarlarındaki kan sızıyordu kulaklarından, burnundan, kurumuş dudaklarından ve bedeninde açılmış ince çiziklerden.
Rüzgâr kesilmiş. Çimenler durmuş. Kuşlar susmuş ona bakıyorlardı. Nurlu melekleri terk etmişti onu. Güneşi söndü hemen o an.
Yeryüzündeki tüm canlı türleri onun etrafına doluşmaya başlamıştı bile. Laflarıyla, dişleriyle, tırnakları ile tüm varlığını yok edene kadar çabalamak için. Karıncalar, böcekler, kopmuş çiçekler, solmuş yapraklar ve insanlar. Ve insanlar… İnsanlar çığlık çığlığaydı. Onun son gördüğü şey ise; UMUT Apt. tabelası oldu.