Kubrick’in 2001: Uzay Yolu Macerası filmini incelediğim yazıdan sonra Rus yönetmen Andrey Tarkovski’nin 1972 yapımı şaheseri Solaris ile karşınızdayım. Her ne kadar Kubrick Solaris’i beğenmiş olsa da Tarkovski, Kubrick’in filmindeki gösterişli özel efekt kullanımından hoşlanmadı. Ona göre gerçek bir sanat yapıtı, sahtenin elimine edilmesiyle mümkündü. Kubrick’in filmi, onun için daha çok bir teknolojik gelişmeler müzesini andırıyordu ve insan duygusundan yoksundu. Tarkovski’nin şiirsel bilim-kurgu filmi Solaris’te ise konuyu tamamen insan oluşturur. Burada asıl yolculuk uzaya değil insanın kendi içine doğru gerçekleşecektir.
Bach’ın Ich ruf zu dir, Herr Jesu Christ adlı doğaüstü prelüdü ile giriş yapıyor film. Daha ilk sahnelerde doğanın şiirselliğini gösteriyor Tarkovski. Suyun akışıyla birlikte konumlarını terk etmeksizin süzülen otlar görüyoruz.
Genel plandan yürümesini izlediğimiz Kris Kelvin, adeta doğayla bütünleşiyor. Doğanın içinde bir kır evinde sürdüğü yaşam, şehir hayatıyla tezat oluşturuyor. Kris bir psikolog ve ertesi gün Solaris gezegenindeki çalışmaların devam edip etmemesine karar vermek üzere Solaris istasyonuna gidecek. Yapaysılığı göze çarpan sağanak başladığında yağmurdan kaçmayıp onu karşılıyor.
Tarkovski şematik ve katı determinist bir çizgiden ziyade rastlantıya ve duyguya da yer veren şiirsel bir mantığı takip ettiği için bu film hayatın içindenmiş gibi geliyor. Filmin yarattığı duygular filmin dışına taşıyor. Anılara, düşlere ve imgelere yer vererek bir bilincin hayatını algılayış biçimine yakınsıyor.
Yıllar önce Solaris’te bir keşif seferine katılan emekli pilot Berton, Kris’le konuşmaya gelmiş. Getirdiği video kasetle film içinde film izliyoruz.
Berton, okyanustan oluşan bu gezegende ölen arkadaşının ardından 4 metre boyunda bir çocuk gördüğünü anlatıyor. Kubrick’in filminin sonundaki yıldız-çocuğu anımsatan bu anıya Kris de inanmıyor. Solaris araştırmalarının girdiği çıkmaz hakkında konuşmaya başlıyorlar. Kris, Berton’a kalbi nedenlere dayanamayacağını ve Solaris okyanusunu yüksek ışınlarla bombalamak gibi uç önlemlere başvurabileceğini söylüyor. Berton’ın cevabı: “Anlayışımızı aştı diye yok mu etmek istiyorsun? Hayır, ben koşulsuz bilgiyi savunmuyorum. Bilgi ancak bir ahlak esasına dayandıkça geçerlidir.” Berton’a göre Kris bir bilim adamından ziyade “muhasebeci”. Ardından yaptıkları telefon görüşmesinde Berton, gördüğü dev çocuğun okyanusta ölen görev arkadaşı Fechner’in daha önce terk ettiği oğluna tıpatıp benzediğini öğrenişini anlatıyor. Karşılaştığı insanların vicdanlarını maddeleştiren bir garip beyin mi Solaris?
Siyah beyaz başlayan kara yolu sekansıyla Berton’ın arabasında kırdan kente geçiyoruz. Bu sekans Kubrick’in filmindeki Dave’in yıldız geçidi sekansına benziyor. Girdiğimiz tüneller bizi uzay yolculuğundaymış gibi hissettiriyor. Yüksek binalar ve amplifiye edilmiş trafik sesleriyle sanki uzaylı yaratıkların yaşadığı korkunç bir gezegendeyiz! Binalar ve arabalarla dolu monoton bir şehir ve ruhu ölmüş bir dünya! Bu gördüklerimizin özel efektlerle yaratılmış şeyler değil, tamamen mevcut gerçekler olması insanı daha da ürkütüyor. Tarkovski, o zamanlar nükleer felaketin eşiğine gelmiş yüksek teknolojili uygarlığımızın aslında bir distopya olduğunu fark ettiriyor bize ve bunu sahteyi değil hakiki olanı kullanarak yapıyor.
Kris’in uzay yolculuğu sahneleri oldukça minimalist. Yönetmen, teknolojiye değil insana yoğunlaşmak istiyor. İstasyonda sibernetikçi Snaut, astrobiyolog Sartorius ve fizyolog Gibaryan’dan başkaları da olduğu göze çarpıyor. Ayrıca Kris, Snaut ile arasında geçen garip konuşmada önceden tanışmış olduğu Gibaryan’ın intihar ettiğini öğrenir. Gibaryan’ın kapısında da kendini asan bir insan resmiyle karşılaşır, altında da Rusça insan yazılıdır: çelovyek.
Nietzsche’nin ünlü “Tanrı öldü!” cümlesine benziyor bu basit resim. “İnsan öldü!” diye haykırıyor, hatta “İnsan intihar etti!” diye. Kendi yarattığı toplum her şeyde fayda arayan pragmatik bir toplum ve materyalizmle ruhunu kaybetmiş, ayrıca bilimsel gelişme sonucu ürettiği teknoloji ilerleme yerine yıkım getirmiş. Sonuç da “insan”ın ölümü, intiharı.
Yaşadığı garip şeylerden sonra uykuya dalan Kris, uyandığında 10 yıl önce intihar etmiş karısını karşısında görür. Karısı ona sevecence yaklaşır ve ona vicdan azabını hatırlatan karısını öper Kris. Ama yüz ifadesinden anlarız hissettiklerini. Olanlara anlam veremez ve karısı Hari formundaki bu canlının da hiçbir şeyden haberi yoktur, hatta kendi fotoğrafını görünce onun kim olduğunu ancak aynaya bakınca anlar. Solaris okyanusunun Kris’in hafızasından vücuda getirdiği Hari, Kris’e aşırı bağlıdır. Kris, vicdanıyla karşılaşmanın şaşkınlığı içindedir ve ondan kurtulmaya karar verir.
Hari’yi kandırarak rokete bindirir ve onu uzaya yollar, Hari’nin çığlıkları eşliğinde. Snaut ile konuştuğunda, X ışınlarıyla okyanus üzerinde deney yapıldıktan sonra “ziyaretçiler”in gelmeye başladığını öğrenir. Okyanusun bir reaksiyonudur bu. Snaut ayrıca ona kâğıt şeritler vererek eğer bunları yukarıya bağlarsa yaprak hışırtısına benzer sesler duyabileceğini söyler.
Hari’nin tekrar gelişinden sonra Sartorius, Hari’ye otopsi yapmayı önerir acımasızca. Kris, “Kendi bacağımı koparmak gibi olurdu.” der insanice. Daha sonra Kris, Hari’ye babasının çektiği bir video filmi izletir. Özlediğimiz doğa görüntülerinin yanı sıra Kris’in annesiyle Hari’nin güzelliğini görürüz ve Bach’ın müziği bunları yüceltir.
Hari gittikçe insanlaşmaktadır, uyumayı bile öğrenmiştir ve ona gittikçe daha çok bağlanan Kris de insanileşmektedir.
Fütürist dizaynlarla karşılaşmadığımız istasyonda Snaut’un doğum günü için kütüphanede toplanıyorlar. Snaut’un Kris’e okuttuğu Don Quixote pasajında uykunun çoban ile kralı eşitleyen özelliğini vurguluyor Sancho Panza, aynı zamanda Hari ile diğerlerini eşitleyen. Daha sonra Snaut’un ağzından şu anlamlı cümleler çıkıyor: “Kozmosu fethetme arzumuz yok. Biz sadece Dünya’nın sınırlarını genişletmek istedik. Başka bir dünya istediğimiz yok. Tek istediğimiz içinde kendimizi görebileceğimiz bir ayna… İnsana insan lazım.”. Sartorius ise “Doğa, insanı bilgilensin diye yarattı. Gerçeğe doğru yürüyüşünde insan bilgiyle mahkûm edildi. Geri kalanın bir önemi yok.” diyor. Hari ise aralarından sadece Kris’in kendisinden bir parça olan ziyaretçisine insanca davrandığını belirtir. Sartorius, Hari’ye onun bir insan değil reprodüksiyon olduğunu söyler. Hari: “Evet, belki. Ama ben… Ben insana dönüşüyorum!.. Ben Kris’e aşığım. Ben bir insanım!”. İnsan olmanın ne olduğunu düşündüren bu diyalogdan sonra Hari ağlamaya çalışır. Kris diz çöküp Hari’ye sarılır. Vicdanının önünde diz çöken Kris’e Sartorius “Ayağa kalk!” diye bağırır.
Birkaç sahne sonra Hari’nin sigara içerek Brueghel’in Karda Avcılar tablosunu seyrettiğini görüyoruz. Bu esnada tabloda kendi kafasından birtakım sesler duyuyor. Bu, insan ile sanatın ilişkisini gösteren eşsiz bir etkileşim. Çünkü Hari kafasında tablonun canlanmasını sağlarken sanat da Hari’yi insanlaştırmaktadır.
Snaut’un bahsettiği yörünge değişikliğinden dolayı yarım dakikalığına yer çekimi kaybolmaya başlıyor. Uçan mumların ardından Kris ile Hari havada süzülmeye başlıyor ve birbirlerine sarılıyorlar. Tam bu sırada Bach’ın müziği geliyor eşlik etmeye. Cervantes’in Don Quixote’u da uçuyor -ki Don Quijote belki de en insani insanlardandır- ve Brueghel’in tabloları arasında dönüyorlar. Bach, çaldığı anla birlikte adeta kutsallaştırıyor hepsini; Cervantes’i, Brueghel’i, Kris’i, Hari’yi, sanatın yaratıcısı insanı ve insanın yarattığı sanatı, uçmayı. Sanki müzik de beraber süzülüyor onlarla… Kris Hari’nin dizlerine yattığında Kris’in çocukluğuna ait bir sahne görüyoruz, Kris’in çocuksuluğunu belirten.
Uyuyan, seven, sanatla ilişki kuran Hari şimdi de sıvı oksijen alarak intihar etmiş, daha önce ettiği gibi. Onun neredeyse tamamen insanlaştığını gösteriyor bu eylem. Kendini yineleyen formundan ötürü birkaç dakika sonra yeniden dirilmeye başlıyor. Snaut “Bu sebatkar dirilmelere bir türlü alışamadım!” deyip gidiyor. Hari’nin hıçkırıklar eşliğinde dehşet verici bir şekilde dirilmeye çalışmasını izlediğimiz sahne, hem erotik hem korkunç olmayı başaran bir sahne.
Birkaç sahne sonra Kris “İnsanlık kurtuluşunu utancında bulacaktır.” diyor. Suç ve ceza, vicdan azabı, utanç… Kris’in hastalandığında gördüğü düşlerde anne/Hari ikiliğine rastlıyoruz. Kris’in annesine ve Hari’ye karşı davranışları çok benzer ve “insan”ın muhtaçlığını gösteriyor.
Uyandığında artık Hari yok. Snaut ile Sartorius’tan kendisini yok etmelerini istemiş. Snaut, okyanusa Kris’in beyin dalgalarını yolladıklarından beri ziyaretçilerin geri dönmediğini ve okyanusun yüzeyinde adacıklar çıkmaya başladığını anlatıyor. Belki de okyanus onları anlamıştır.
Ecel hakkında konuşurlarken Kris’in kulak kıllarına vurgu yapıyor kamera. Kris’in Dünya’ya dönmesinden bahsediyorlar artık. Bach çalmaya başlıyor yeniden, kamera Dünya’yı hatırlatan çiçeğe yakınlaşıyor. Hemen ardından Bach eşliğinde Dünya görüntülerine dönüyoruz akan suda süzülen otlarla. Doğayla hasret giderdikten sonra eve gidiyor Kris. Fakat evde yukarıdan yapaysı bir şekilde su akıyor, filmin başındaki yapaysı yağmur sahnesini hatırlatırcasına. Kris şaşkın bir şekilde, ıslanan babasına bakıyor. Bu ev ve babası gerçek değil; Kris Dünya’ya dönememiş! Kris’in tepkisi diz çöküp babasına sarılmak oluyor. Rembrandt’ın Savurgan Oğlun Dönüşü tablosuna benzeyen bir sahne bu. Zayıflığını kucaklayan Kris baba figürüyle uzlaşmış oluyor. Sonunda, Solaris’in, Kris’in hafızasından yarattığı adacıklardan birinde olduklarını görüyoruz.
Filmde gördüğümüz Puşkin’in ölüm maskesi, Rublev’in Teslis tablosu, Don Quixote, Brueghel’in tabloları, Sokrates ve Platon büstleri ile geçmişin insani değerleri yüceltilirken modernite eleştirilmektedir. Zaman zaman bize eşlik eden Bach’ın koral prelüdü ise filme manevi ve spiritüel bir hava katmaktadır. Bu da bizi Platon’un idealizmine götürüyor. Mağara alegorisinde olduğu gibi, Kris, mağarasından yani maddileşmiş dünyadan çıkarak Solaris’e gelir ve burada vicdanıyla yüzleşerek bir üst bilinç basamağına yükselir. Dünya’ya yani mağarasına dönmekten bahsederlerken Kris “Artık onlara dikkatimi tamamen veremem.” demiştir. Solaris Platon’un ilk başta göz kamaştıran idealar dünyası gibidir, burada asıl gerçeklerle yüzleşilir. Fakat bu gerçekler Platon’daki gibi dışsal olmayıp insanın kendi içinden gelir.
Solaris’te tanık olduğumuz şey Kris’in insana dönüşme sürecidir, sadece Hari’nin değil. Tarkovski’nin deyişiyle, “Solaris’te benim için önemli olan, her insanın özünde kristallenmiş şekilde bulunan ve onun değerini oluşturan, çözülmez, parçalanmaz cevheri ortaya çıkarmaktı. Başarısızlık içinde debeleniyor gibi görünen kahramanların sahip oldukları inanç adlı paha biçilmez değeri! Kendine inanma, her insanda var olan en önemli değerdir.” (Tarkovski, 2017: 204-205) ve bu değer insanı insan yapan şeydir.
Daha önce dersinde verdiği ödevle Solaris’le tanışmamı sağlayan Feyzi Erçin’e çok teşekkür ederim. Sanatla kalın!
https://www.youtube.com/watch?v=w3uVf8p-sgE
Kaynakça
Platon (2017). Devlet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Tarkovski, A. (2017). Mühürlenmiş Zaman. İstanbul: Agora Kitaplığı.
https://www.bfi.org.uk/news-opinion/sight-sound-magazine/polls-surveys/stanley-kubrick-cinephile
https://nofilmschool.com/2016/07/watch-remarkable-similarities-between-kubrick-and-tarkovsky