Her zaman bildiği toprak yol görünmüştü. Başkası biliyor muydu bilmiyordu. Bilmesini de istemiyordu zaten. Gözlerini kapattı ve güneşin ağaçların arasından yüzüne vuran sıcaklığını hissetti. Yalın ayak olduğunu ama toprağın deniz kumu kadar acıtmayacak narinlikte oluşunu duyumsadı. Derin bir nefesle ilk adımını attı. Ne düşünmeli o da çok bilmiyordu. Sadece biraz düşünmemek, etrafını hissetmek ve kendini bırakmak istiyordu. Adımları yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Özlemişti bu sakinliği, kuş seslerini, hafif ılık rüzgârı. Koşar adımlarla yine yeniden tek başına özgür hissettiği o noktaya nefes nefese kalana kadar durmamayı özlemişti. Bir an neden kaçtığını düşündü. Sonra hatırlamadı ya da hatırlamak istemedi. Anın tadını çıkarmak bu olsa gerekti. Herkes yalnızlıktan şikâyet ederken o, gözlerinde hazır bekleyen bir damlanın yanağını ıslatmasına imkân tanıyacak o anı ne kadar bekliyor bir bilselerdi belki de tadını çıkarmayı denerlerdi. Kafasını kaldırırken uzun çamların kalın kabuklarına rastlayınca ne kadar az yolu kaldığını fark etti. Adımlarını hızlandırdı. Heyecanlandı bir an. Evini, bahçesini ve hamağını çok özlemişti. Tabi yakınlardaki küçük nehre de haksızlık etmemek lazımdı.
Biraz sabırdan sonra işte karşısında tam da aradığı o yer! Küçük tatlı ahşap bir ev, hemen yanında iki servi arasındaki ekru hamak ve aşağıdan gelen su sesi. Bu sessizliği ya da sadece bu sesleri dünyadaki hiçbir şeye değişmezdi. Bahçe kapısını açtı yavaşça, çimenlerin ıslaklığı hemen fark ediliyordu. Sabah anlaşılan biraz soğuk uğramıştı buralara. Hep bahar aylarında gelirdi buraya. Hatta hep aynı tarihte, aynı güneşin altında gülümserdi bahçedeki şirin korkuluğuna. Tarlası yoktu evet ama o korkuluğu tarlayı değil kendini korusun diye yapmıştı. Her ne kadar kimseler bilmese de burayı, bilemezdi ayaküstü misafirler olup olmayacağını.
Evde istediği her şey vardı. Bir plak, bir odun sobası, bir gaz lambası, tatlı çiçek desenli porselen tabaklar, kristal camdan bardaklar ve tabi ki radyo. Biraz uzun kalacaksa erkenden gelirdi. Sabah güzel bir kahvaltı, ardından nehre inerdi. Ayaklarıyla suda daireler çizerdi. Biraz cesaret ederse dizlerine kadar suya girebilirdi. Şansına yüzme bilmediği için bu nehir çok iyi denk gelmişti. Ya deniz kenarında olsaydı evi. Muhtemelen yüzmeyi öğrenmeye çalışırken gümbürtüye gidebilirdi. Ayaklarını kurulayıp nehrin kenarında oturdu biraz, yusufçukları seyretti. Minik bazı deniz canlıları vardı evet ama sorsanız adını söyleyemezdi. O yüzden uzaktan seyreder eve dönerdi. Dönerken yoldaki bıtırak otları elbisesinin eteklerine tutuşurdu. Eve gelince onları ayıklamaktan çoğu zaman işlerine bakamazdı. Sonra ev işi yapmak zorunda olmadığını fark eder ve koşar kendini hamağa atardı. Buraya gelişinin sebebi de buydu belki istediğini yapabilirdi. Onundu sonuçta ne birinden hediye ne de zorla durmak zorunda olduğu değil tam tersine en başından beri ona aitti. Babasının zamanından kalmaydı burası. Daha küçük bir kızken tek tek her şeyi zamanla kendisi yapmaya başlamıştı. O toprak yol da onun ayak izleriyle doluydu. Gelip giderken zamanla oluşmuştu. İlk geldiğinde bomboş bir tarlaydı her yer. Yabani, yabancı ama güvenli. Her yaşının getirdiği hayalleri tek tek sırasıyla inşa etmişti bu boş alana. En sonunda otuzuna basamak üzere olduğu bu zamanlarda galiba istediği her şey vardı. Her kaçışına eşlik edecek mükemmel gizli evi. Onun rutiniydi burası. Her gelişince her şeyi hep aynı yapardı. Gözlerini kapatır toprak yolda yürür, aynı güneş ve aynı çam ağacına rastlar, ıslak çimenlere basar, nehre iner sonunda da kendini hamağa atardı. Genelde çok vakti olmazdı zaten orda kalmak için. Hep aynı tekrarlar gibi kısa kaçamağının bitişi de aynı olurdu.
Kapı sertçe çalınırdı. Dan dan dan.
-“Yasemin aç kapıyı hadi özür dilerim. Bir daha olmayacak söz veriyorum” demesine bile razı olacağı bir söz duymak isterdi ama o kapı zaten hiç kilitlenmemişti. Çünkü bu ne ilk kaçışıydı ne de son. Evdeki kapı kilitleri onun elinden alınalı ne kadar zaman olmuştu o bile unutmuştu.