Konuk Yazar: Lara Melis Büyükceylan
“Sevgili Günlük,
Yağmur damlaları adeta beni uykumdan etmek istiyormuşçasına yerdeki mermerin pürüzsüz yüzeyine dokunuyordu. Alarmımın çalmasına gerek kalmadan yatağımdan kalkabilmiştim. Artık her sabah giymeye alışmış olduğum ve gün geçtikçe daha da ezberlediğim kıyafetlerimi geçirdim üstüme. Yüzümü yıkayarak biraz daha ayıldım. Merdivenlerden inmeye başladım ve mutfak yolunun başladığı koridora doğru girdim. Evin soğuk sessizliğinin koridordan her geçişte duyduğum bağrışlarını, çığlığını biraz daha azaltan küçük dostum, köpeğim, her zamanki gibi eşlik etmek üzere beni koridorun başında bekliyordu. Beraber mutfağa doğru gitmeye başladık. Duraksadım. Koridordaki çığlıklar susmuştu. Küçük dostum, benim önüme geçmişti. Bir süre sonra arkasından gelmediğimi fark ederek bana doğru yöneldi. Şaşkındım. Çünkü gördüğüm şeye inanamamıştım. Bir kez daha görmek için her şeyimi veririm dediğim kadın, bir gülüşüyle vücudumdaki en uç sinirlere, kalbimin en derinlerine dokunabilen o kadın, bana yine aynı gülümsemeyle bakıyordu. Vücudumdaki tüm fonksiyonlar durmuştu adeta. Tam ona doğru yönelmeye başlamıştım ki vücudumun hâlâ kulaklarıma hâkim olduğunu anladım. Büyük bir sesle irkildim ve refleks olarak gözlerimin odak noktasını değiştirdim. Ses mutfaktan gelmişti. Küçük dostum bana doğru yönelip baktığı yerde değildi. Endişelenmeye başlamıştım. Koridoru geçtim, mutfağa girdim. Gün ışığının yağmur damlaları arasında gözlerime doğru yönelttiği bakışlar, ses gelen yere bakmamı zorlaştırıyordu. O sarı ışık arasında bir kuyruk görmüştüm. Çok aç olmalıydı ki köpeğim beni beklemeden mama kutusunu kendi yere indirmişti. İyi olduğunu görür görmez koridora koşar adımlarla gittim. Yoktu. Gitmişti. Uykumdan uyandım.”
Psikoloğum bu satırları okurken yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Kahverengi deri kaplı günlüğümü masanın üzerine koydu ve: “Gerçekten mi William? Neden hâlâ karınla ilgili rüyalar gördüğünü bana açıklar mısın lütfen?” diye sordu. Biraz düşündüm. İnanın bu soruyu cevaplamayı ben de çok istiyordum ama sebebini söylemek istemiyordum. Gözlerimi kaçırarak: “Şey, ben aslında tam olarak anlayabilmiş değilim.” diye cevapladım. Süremiz dolmuş olmalıydı; Bay Gibson, evraklarını toplamaya başladı. Çantamı aldıktan sonra teşekkür ederek bürodan çıktım.
Eğer bir gün olur da buralara yolunuz düşerse diye bilmenizi isterim, psikoloğumun ofisinden çıktığınız anda işlek bir caddeyle karşılaşırsınız. Biraz daha ilerlerseniz saat kulesinin çevresine kurulmuş meydan ve sürekli ayaklarınıza gelip sırnaşabilecek yavru kedilerle karşılaşabilirsiniz. İnanın, her zaman gelirler. Çünkü yaklaşık beş aydır gün aşırı bu ofise gelip duruyorum. Şimdilik ofisin içindekilerden çok dışındakiler daha çok ilgimi çekiyor. İçerisi bir önyargıyla tahmin edeceğiniz gibi kahverengi deri koltuklarla dekore edilmiş, bunaltıcı ve çok sakin bir ofis değil. Aksine, fazla renkli ve beni rahatsız ediyor. Sokaktaki kedilerin soluk renkleri benim için daha uygun. Büronun sahibi arkadaşım. Her ne kadar rahatsız etse de onunla konuşmayı tercih ediyorum. Ücret almaması da etken tabii. Bu durum, aslında tam da ekstradan bir harcama yapmak istemediğim bir dönemimde benim için bir avantaj olmuştu. Hem kolayca ulaşabiliyordum kendisine. Saat kulesinin karşısındaki kafeyi geçtikten sonra ağaçların gökyüzüne uzandığı sokakta oturuyorum. Hatta sokağa girdikten hemen sonra, soldaki ikinci binada. Binanın dubleks olan bölümünde yaşıyorum. Oturduğum evin çalıştığım yere uzak olması, tek sıkıntım. Her şekilde araba kullanmak zorunda kalıyorum. Çoğu insan sever belki araba kullanmasını fakat benim bayıldığım söylenemez. Psikolog çıkışları, çalıştığım yere gidiyorum. Çok lüks bir yaşantım da lüks bir işim de yok. Sıradan bir firmada, sıradan bir muhasebeciyim. Sıradan birisi olabilirim, fakat yaşadıklarım hiç de sıradan değil. Bugün psikoloğum Bay Gibson’un da sorduğu gibi, neden hâlâ karımı unutamadım? Buna cevap bulamıyorum. Tek bildiğim, eşime gerçekten de büyük bir aşkla bağlı olmam. Bundan sekiz ay önce psikoloğa gelmeye başlamadan büyük bir kaosun içindeydim. Karım kaçırılmıştı. Ve elimden ona yardım edebilmek için hiçbir şey gelmiyordu. Kaçırıldıktan bir ay sonra kaçırıldığı ülkede öldürüldüğü haberi geldi. Cesedi bulunamamıştı fakat polislerin tatmin edici kanıtları vardı. Ailesi sözde bir cenaze düzenlemişti. Fakat katılmadım, katılamadım. Onun ölü bedenini görememek bedenini görmekten daha çok canımı yakacaktı. Onsuzluğa alışmıştım. Şimdi ise onsuz bir sonsuzluğa alışmaya çalışıyordum. Ona olan özlemim, gün geçtikçe vücudumdaki her bir sinir hücresinin üstüne basıyordu. Kendi bedenimde, ruhumda işkenceye maruz kalmıştım. Ta ki o rüyayı görene kadar. Bir süre sonra rüyalar artmaya başladı. Gerçekten rüya mı görüyordum? Yoksa uyku ve gerçek hayat arasındaki bağlantıyı mı koparmıştım? Beş ay önce psikoloğa gitmeye başlamamın sebebi olan olay işte buydu. Delirmediğimi biliyordum. Fakat arkadaşlarım kaygılandılar ve psikoloğa gitmem için ikna ettiler beni. Ne zarar gelebilirdi ki psikoloğa gitmekten? Üstelik belli bir zaman için ücret de ödemeyecektim. Oldukça cazip bir fikirdi bu. Her sabah psikoloğa gitmeye başladım. İlk seansımız Bay Gibson ile tanışmak içindi. Bana ne tarz sorunlar yaşadığımı sormuştu. Uyku problemi diye cevaplamıştım. Tetikleyen unsur sorusuna ise “karım” cevabını vermek durumunda kalmıştım. Benden karımı ilk gördüğüm rüyamı yazmamı rica etmişti. Yazıyı teslim ettikten sonra ayrıldım. O gün izinliydim. Hiçbir patron depresyonda olan bir adamını iş yerinde görmek istemezdi doğal olarak. Bunları anlatıyorum, çünkü sizden başka kimsem yok. Geçen gece yine karımın içinde olduğu bir rüya gördüm. Yine aynı rüyaydı. Boş bir koridor, köpeğim ve koridorda bana bakan karım. Her seferinde olduğu gibi sesle irkildim, mutfağa gittim. Sonra büyük bir hızla koridora yöneldim ve karım yine yoktu. Uyandım ve hemen psikoloğumu aradım. Bugünkü seansımıza gelirken eşimi rüyamda ilk gördüğüm zaman yazdığım günlük sayfasını getirmemi istedi. Size de olanları anlatmaya başlamadan okutmuş olduğum günlük yazımı verdim kendisine. Sorular sordu ve sonra evraklarını toplamaya başladı, konuşmamızın bittiğini anlatmak üzere yaptığı klasik bir davranıştı bu. Zaten anlatmıştım bunu size. İşin ilginç tarafı, ben işe gittikten sonra oldu. Bay Gibson beni arayarak işlerinin çok yoğun olduğunu, bana zaman ayıramayacağını söyledi, özür dileyerek. Neden bir anda böyle bir ret söz konusu olmuştu? Onu aşan bir sorunla, bir deliyle karşı karşıya olduğunu düşünüp sorumluluktan mı kaçmıştı yoksa?
İş yerinde halletmem gereken şeyler bittikten sonra eve gittim. Köpeğime yemeğini verdim. Ve bilgisayarın başına oturdum. Uyku sorunlarıyla alakalı bir araştırma yapmamıştım internet üzerinde. Uyku sorunları yazmaya başlamışken arama motoruna, posta kutuma bir mail düştü. Anonim bir kullanıcıdan gelmiş olmalıydı. Çünkü maili atan kişinin hesabı görünmüyordu. Maili biraz korkarak açtım bu sebeple. Eşimin birkaç gün önce çekilmiş bir fotoğrafını görünce karşımda, kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpmaya, beynim uyuşmaya başladı. Derin derin nefes aldım, biraz sakinleşmeye çalıştım ama nafile. Yanındaki adam Jackson’dı. (Hani şu benden belli bir ücret almayan arkadaşım) Karımın bir düzmece hazırlayarak sevdiği adamla kaçtığı ve hayatta olduğu yazıyordu. Senin delirmeni en çok isteyen kişi aslında en yakının sandığın kişi, diye bir darbe daha gönderiyordu maili yazan.
On beş gün boyunca hiç rüya görmedim çünkü doğru dürüst uyumadım bile. Fakat cevaplara ihtiyacım vardı. Kafamda o kadar çok soru vardı ki. Carrie beni neden bırakmıştı ? Hiç sevmemiş miydi? Bana bunu neden yapmıştı? On altı gün sonra gelen yeni mailde “Cevapları istiyorsan uyumalısın.” yazıyordu. İçimde bir ürperti yok değildi. Fakat kaybedecek hiçbir şeyim de yoktu. Çalışma odamdaki koltuğa uzandım. Döndüm durdum, fakat uyuyamıyordum. Aşırı stres sebebiyle uyumanın neredeyse imkânsız olduğunu biliyordum. Tam o sırada belki gerek olur deyip ilaç dolabının en dibine koyduğum iki kutu uyku ilacı aklıma geldi. Kutudan bir küçük hap çıkardım, ağzıma attım ve koltuğuma tekrar uzandım. Tam o sırada merdivenlerin gelen bir ses duydum. Odadan çıktım. Gözlüklerim olmadığı için bulanık görüyordum. Fakat gözlüğümü takmama gerek kalmamıştı. Çünkü bu gülümseme ve bu enerji sadece tek bir kişide olabilirdi: Carrie. Yoksa geri mi dönmüştü? Gözlerimdeki bulanıklık biraz daha azalmıştı. Aşk gözleri kör edermiş! Fakat Carrie’nin yanında olmak adeta beynimi, gözlerimi açıyordu. Bu, geçen seferki gibi değildi. Şaşkın değildim, donuk değildim. Üstelik vücudum, kulaklarım da dahil, her şeyin kontrolünü ele almıştı. “Neden gittin, neden yaptın bunu bana?” diye sordum. “Zorundaydım!” Dedi. “Beni sevmiyor muydun?” diye sorduğumda ise “Sevdim.” diye cevapladı. Cevapları elbette beni tatmin etmiyordu. Tam o sırada bir sesle irkildim ve uyandım. Merdivenlere baktım; kimse yoktu. İlacı aldıktan sonra uykuya dalmış olmalıydım. Hayalini görmek bile iyi gelmişti. Uyku gerçekten de cevaplarımı almamı sağlayacaktı galiba. Artık her gün işten döndüğümde Carrie’yi görmek umuduyla uyku haplarını alıyordum. Bağımlı değildim elbette. Ya da en azından kendimi öyle düşündürmeye zorluyordum. Kimi zaman gerçekten onu gördüğümü zannediyordum, kimi zaman ise uykumun içinde ziyaret ettiğini anlayabiliyordum. Ustalaşmış olmalıydım. Hiçbir zaman verdiği cevaplar beni tatmin etmese de onu görüyor olmak, yetiyordu galiba. Tek sorun Carrie’yi sadece belli geceler uykumda görebiliyor olmamdı. Bu durum, bir buçuk ay boyunca böyle ilerledi. Ta ki işten eve uyku hapı içip uyumak ve Carrie’yi görmek amacıyla gelip ilaç kutularının ikisinin de boş olduğunu görene kadar. Daha fazla aldım. Her şey karışmaya başladı. İşimi kaybettim. Fazla etkilenmedim; biriktirdiğim belli bir miktar para vardı. Bir buçuk ayın sonunda uyuyamamaya başladım. İlaçların dozunu artırdım. Buna gerek kalmasını istemezdim, fakat uykum, tam cevaplarımı alacağım sırada bir sesle irkilmem sonucunda bölünüyordu. Her uyuduğumda bir fazladan sözcük duyuyordum. Ve daha da fazlasını, daha açıklayıcı olanlarını duymak istiyordum. Dozları artırmak bir şey değiştirmemişti. Uykularım renksiz geçiyordu. Sanki Carrie, beni görmek istediği zaman ziyaret ediyordu. İçime kapanmıştım iyice. Arkadaşlarımdan çoktan uzaklaşmış, bir süre kendimle kalmam için beni rahat bırakmalarını rica ederek onları uzakta tutmayı başarmıştım. Mutfakta biriken tabaklar, posta kutusunda açılmayı bekleyen fakat tüm paramı ilaca harcadığım için ödeyemeyeceğim faturalar, ekstreler bana acıyor gibi bakıyorlardı. Her şeyi bırakmıştım. Umurumda değildi. Ta ki o sessizliğin bağırdığı koridorda köpeğimin yağmurdan ıslanmış toprak rengi pati izlerini görene kadar. İzleri takip ettim. Mutfakta mama kutusunun yanındaydı köpeğim. Bu sefer mama kutusunun içinde dökülebilecek bir şey yoktu. Çünkü kutu boştu ve içinde sinekler uçuşuyordu. Köpeğim bu sefer bana masum gözlerle bakmıyordu, gözleri kapalıydı. Bedeni ayaklarımın soğukluğunu hissettiği mermerin üstünde cansız bir şekilde uzanıyordu. Yoksa bu da uykumun içinde yaşanan bir sahne miydi? Uyanmak için bekledim. Hiçbir sesle irkilmiyordum. Beynim can dostumun öldüğünü kabullenmek istemiyordu. Hayatımda hiç o kadar ağladığımı hatırlamıyorum doğrusu. Kaybedecek bir şeyim kalmamıştı. Bir süre sonra yan komşum yaşlı Rose Hanımın haplarını çaldım. Bu haplar reçete ile alınabiliyordu. Bu halde bana kimse ilaç falan vermezdi. Birkaç gün sonra kapıma ambulans ve polis dayandı. Kapıyı açtığım anda sakinleştirici iğne koluma saplanıverdi. Arabaya bindirirlerken Rose Hanımın şaşkın, hüzünlü yüzünü gördüm. Meğer uzun zamandır halimin farkındaymış. Ve sonra rehabilitasyon için buraya kapatıldım. Yaklaşık otuz yıldır buradayım. 68 yaşındayım artık. Deli olduğumu artık ben de kabul ettim. İşte şimdi size anlatıyorum bunları. Hatıra yazıcılığı diye bir meslek olduğunu bilmiyordum doğrusu, siz gelip de bana mesleğinizi tanıtana kadar. Olur da bir gün Carrie gelirse bunları ona iletmenizi rica ediyorum sizden. Her görüşümde nefret ettiğim ama her hatırlayışımda tekrardan görmek istediğim kadına…
Hatıra yazıcısının notu: Ben 32 yaşında bir hatıra yazıcısıyım. İnsanların istekleri üzerine onlarla konuşuyor, anılarını yazıyorum. Ve onlar bu hayata veda ettikten sonra anılarını paylaşmamı istedikleri kişilere veriyorum. Bir hafta boyunca süren konuşmalarımız sayesinde Bay Will’i oldukça iyi tanıma şansı bulmuştum. Bay William’ın son sözleri yukarıda yer alıyor. Kendisini belki de hâlâ uykuda sanıyor olmalıydı ki bana eşiyle ilgili onu tanıyabileceğim kadar çok bilgi vermişti. Son konuşmamızdan yaklaşık bir hafta sonra sonsuz bir uykuya daldı. Ve hayattan kendisini tamamıyla kopardı. Benden bu anısını eşiyle paylaşmamı istemişti. Eşini bulmam çok da zamanımı almadı. Bay William’ı uğurladıktan sonra eve gittim. Ve yazmış olduğum anı defterini anneme doğru uzattım. O kadının annem olduğunu anlayabilecek kadar çok konuşmuştum Bay William ile. El yazısını tanımış olmalıydı. Çünkü şaşkın bakıyordu. Saf kalbiyle övündüğüm annemin bir adama bu kadar çok acı çektirmiş olması, canımı acıtmıştı. Bay William deli değildi; annem geceleri eve gelmezdi.