Hiç âdetim değildir sinemaya yeni çıkmış popüler bir filmi hemen izlemek. Gümbür gümbür gelmiş bir filmi bekletir, internete düşmesini beklerim; sinemayaysa ilgi alanıma dahil olan bir prodüksiyona gitmeyi veya göz önünde olmayan klas yapımlara hakkını teslim etmek için gitmeyi tercih ederim. Boş sinema koltukları arasında filmi izlemek, o filmi takdir eden az sayıdaki insandan biriymişim hissiyatını verir. Sinemadan alınan farklı çeşit bir haz tabi. Bu ritüeli bozmama ve gelinen gazla bu ay dergiye ayrı bir şevkle yazmama, çıkmasını 1 senedir beklediğim bir film yetti: Joker. Efsane “kötü adam”ı oynayacak kişinin Joaquin Phoenix olması heyecanımı katbekat arttırdı: Hayatı zorluklarla geçmiş, yaşadığı travmaları ve zorlukları atlatarak bugünlere kadar gelmiş olan Hollywood’un “weirdo”su, kendisine yakın sayılabilecek bir karakteri canlandıracaktı. Sinema adına ne de güzel birliktelik!
Joker’i alışageldiğimiz bağlamda bir süper kahraman filmi olarak değerlendiremeyiz, özellikle ortada bir süper kahraman yokken. Filmde talk-show sunucusu Murray Franklin’i canlandıran Robert De Niro’nun başrol oynadığı Taxi Driver ve The King of Comedy filmlerinin kesişimi bir senaryo sunulmuş, dikilen bu terzi işini DC Comics’in Joker’ine giydirmeye çalışılmış gibi bir durum var ortada. Bu iki film dışında etkilendiği birçok film de gösterilebilir ve bu filmlerden alınan doneler aslında başarılı bir şekilde harmanlanmış.
Filmin senaryosu bize alışageldiğimiz iyi-kötü çatışmasına farklı bir bakış açısından bakma imkânı sunuyor: Gotham şehrinin zengin ve güçlü muhafızları Wayne ailesi ve Batman’i epey iyi biliyor ve seviyoruz, peki ya şehrin çığırından çıkmış suç dünyasında gizli olan öyküler? Kaçık, psikopat, cani olan Joker hakkındaki sempatimiz ve malûmatımız, merhum Heath Ledger’ın Kara Şövalye’deki efsane performansıyla mı sınırlı kalmalıydı? Hangover trilojisiyle tanıdığımız Todd Phillips senaristi de olduğu yeni filminde izleyiciyi sağ duyuya çağırıyor, hikayeyi iyi anlamda manipüle ediyor ve bunda başarılı da oluyor: İnsanlar artık Joker’in yanında saf tutuyor. En önemlisi de duyarsız davranan, acımasız toplumun ve düzenin yaratabileceği feci sonuçları çarpıcı bir şekilde izleyenlerin gözlerine sokuyor. Film kuru bir “kapitalizm eleştirisi” değil, ele alınabilecek çok daha fazla mesele barındırıyor. Joker, sürreal bir süper kahraman evreninden sıyrılıp ezilen insanı ele alan bir toplum taşlaması olarak artık karşımızda.
Joker bu senenin kesinlikle en iyi filmi (sanat filmlerinin boy gösterdiği Venedik Film Festival’inde Altın Aslan’ı alan bir DC filminden söz ediyoruz) ve şimdiden Altın Küre ve Oscar’a göz kırpmakta. Üzerine tartışmaların bitmeyeceği filmi şu şekil özetleyerek bitirmek isterim: İzlediğimiz; süper kahraman evreninden çıkmış bir “kötü”nün filmi değil, devrimi kışkırtan bir “politik kahraman”ın filmi.
Yazıya Biraz Spoiler İle Devam Edelim…
Filmin başlangıcındaki mizansen zaten Joker’in makus talihini özetler nitelikte: İşini yapmaya çalışan bir palyaço ve taşıdığı pankartı kaçırıp daha sonra bu pankartı ona vurarak parçalayıp, palyaçoyu linç eden bir grup serseri. Film ilerledikçe, Arthur’un hayatını daha yakından tanıyoruz. İş yerinde yalnız kalıyor, kendisiyle alay eden ve anlayışsız davranan patronu arasında ‘ekmek parası’nı çıkarmaya çalışıp eve mahkûm annesine bakmaya çalışıyor: fazlasıyla onurlu denebilecek bir yaşam aslında. Biraz da bize sunulmak istenen Joker bu belki de zorluklara göğüs gerip yaşamak savaşını sürdüren bir insanoğlu.
Arthur’un annesi de Arthur kadar garip bir karakter: Eve mahkûm, yegâne eğlencesi televizyonda Thomas Wayne’i izlemek ve ona mektuplar yazmak olan birisi. Heyecanla yazdığı mektupları Arthur’a postalaması için iletiyor, aynı şevkle yanıt bekliyor. Bir gün Arthur bu mektuplardan birini okuyacak, annesinin sakladığı bir sırrı öğrenecek ve alışageldiğimiz senaryo çok farklı bir hal alacak. Bu detay, biraz arabesk bir eklenti gibi görünse de Joker’le Batman’in kardeş oldukları fikri, azılı düşmanlığa katılan ayrı bir boyut. Göz önünde bulundurulması gereken bir başka fikirse, Arthur’un annesinin tıpkı Arthur gibi psikiyatrik rahatsız olması. Şizofreni midir, başka bir şey midir; bu detayı psikiyatristlere ve komplo teorisi uzmanlarına bırakıyorum ama bu ihtimal, Arthur-Batman ilişkisini biraz daha normalize etse de Arthur’un hikayesini daha da dramatikleştiriyor: Babasız, sorunlu bir anneyle büyümüş psikiyatrik bir hasta… Ve hayatının devamı, ona gülümsememekte ısrar ediyor. Joker’in mitleşmesi de dibi görmesiyle başlıyor.
Kendisini iş yerinde taciz eden arkadaşlarından birinin nefs-i müdafaa etmesi için verdiği silahla, 3 “beyaz yakalıyı” öldürmesi, toplumun gizlenmiş ve birikmiş öfkesini ifşa ediyor: Lümpenleşmiş insanlar, kendilerini hakir gören ve gücü elinde bulunduran elit kesime isyan bayrağını çekiyor ve şehrin asayişi belirsiz bir hal almaya başlıyor. Sokakları dolduran palyaço maskeli insanlar, zorba düzene ve hor görülmeye karşı hoşnutsuzluklarını ifade etmeye başlıyorlar: Filmin sonundaki Murray Franklin cinayeti de işi Vandalizm’e taşıyan son olay oluyor. Burada Murray Franklin olayına ayrı bir parantez açmak lazım, zira Arthur’u duygusal anlamda yıkan ve onun Joker’e dönüşümünün fitilini ateşleyen olay tam da bu: Franklin’in talk-show’una katılmak ve kendisiyle tanışmak hayalini kuran Arthur, bunun yerine başarısız performansını seyircilerine izletip alay eden Franklin’in programına, bir de yeniden dalga geçilmek üzere konuk olarak davet edilince eline ihtiyacı olan fırsat geçer ve bunu değerlendirmekten imtina etmez. Canlı yayındaki cinayet sonrasında tutuklanan Joker’in polis aracından kurtarılıp harap olmuş arabanın tepesinde yaptığı muzaffer dansı, aslında varılan sonucun estetik bir temsilini teşekkül ediyor: Kurulu düzen artık son nefeslerini veriyordur, insanlar uyanmıştır ve ‘gerekli’ tepki ortaya konarak değişimi getirecek rüzgâr esmeye başlamıştır.