Konuk Yazar: Begüm Özdemir
Silik bir yaşamın öyküsü bu… Huzursuzluğun, vazgeçilmezliğin değil, vazgeçilebilirliğin esiri olmuş bir kadının…Gülümsemeyi hep becerebilen ama kekremsi bir acılığı hep yüreğinin her köşesinde hisseden… Uzaklarda hep çocukluğuna dalan… Umutlarına özlem duyan, özlemlerini göz yaşıyla akıtan bir kadının öyküsü.
Sanki yokmuş gibi görmez onu, duymaz sesini öyküsü yazılmaz böylelerinin. Akşamları bahçede oturur. Fark etmeden hissetmeden sigarasını yakar, arka arkaya içer bunları… İşini düşünür, başka iş bilmez çünkü. Genzini yakar belki de ondan bırakır sigarasını… Nasıl bir başıboşluktur bu. Başıboşluk tam da ona yakışır bir etiket. Ağlamayı bile bilmez. Gözlerinde hiçbir şey hissedilmez, hele yüreğinde hiçbir şey. İşini düşünür. Maaşını düşünür. İnsana dair bir şey yoktu hayatında. Onlar yoktular.
Yemeğin altını yaktı yemek yemeli elbette… Sonra şuursuzca çay demlemeli. Yıldızları seyretmemeli, onlar acı veriyor. Çiçekleri sulamamalı yaşadığını hissetmek acı veriyor. Çocuk sesleri ve türküler asla olmamalı hayatında. Gece olmalı ve uyumalı. İşine bir işin görümüne, kendisinin bunun bir parçası olumuna dönmeli. Çorap fabrikasında çocuk çorapları var oysa, olsun o bunu bilmeden yapmalı. Bilmeden yeni çıkan robotlar gibi davranmalı.
Ve unutmalı kömür gözlü kocasını bir alevler içinde yanarken gördüğünü ve elini uzatamadığını, kurtaramadığını ve dumanların yüreğine cam gibi batan iki çocuğun küllerini arayıp bulamadığını.