Yorgun teninde, ikindinin ılık ve lacivert örtüsünü hissetti. Güneş; uzun, siyah ve güzel saçlarına son bir kez dokunmak istercesine aydınlattı yüzünü ve ufuk çizgisine doğru kamikaze dalışını hızlandırdı. Çalıştığı kafeden çıkalı yaklaşık iki dakika geçmesine rağmen şimdiden eve varmış olması gerekiyormuş gibi hissetti. Pazar akşamıydı nihayetinde, şehirliler bu tek tatil günlerini kafelerde tüketmek gibi ilginç bir hobiye sahipti ve hemen her Pazar birbirinin tıpkısı yüzlere sahip bambaşka insanlar çeşitli arkadaşları ile beraber yahut tek başlarına gelir, büyük camekânın içine oturur, kahvelerinden bir yudum alır ve birbirlerine o hafta kimin arkasından konuşacaklarından ya da son bölümde şiddetli bir tartışma sonunda ayrılan çiftin tekrar birleşmelerine yönelik temennilerinden söz ederler (ki bu olurdu da, sanki ayrılmak bir seçenek değilmiş gibi) yahut hükümetin son icraatının övgüsünü/yergisini yaparlardı. Yalnız gelenlerse bilgisayarlarında bir şeyler yazar bir şeyler okurlardı. Ona kalsa, herkes bir tek kendisi öyle olmamak kaydıyla aynıydı. Elbette herkesin aynı kişi olmadığını biliyordu, yani öyle umuyordu ama bu tekdüze düzenin içinde, işleyen bir çark sistemindeki ufak çakıl taşı gibi hissettiği çok olurdu. Ayağına çarpan topun etkisiyle hafif irkildi, arkasına döndü. Yanına gelen kumral, muhtemelen on iki yaşlarında alnı terlemiş ve aynı zamanda kararmış bir çocuk usulca yaklaştı ve kıvrak bir manevra ile topu ayağının altından geçirip sırtını döndü. Aklına kendi çocukluğu geldi. Zayıf, çelimsiz ve içine kapanık bir çocuktu. Bunda, annesinden yediği, tek bir akşamı atlamayan dayaklar ve her gece tutulduğu mütemadiyen de devam eden ağlama nöbetlerinin, evinin yakınındaki tek parkın o henüz 3 yaşındayken plazaya dönüşmesinin katkısı yadsınamazdı. İki arkadaşı vardı: Elif ve Bay Pudra. Elif gerçek bir insanken, Bay Pudra tek gözü düğme diğer gözü de gazoz kapağı olan, düşünceli tavırları ile birçok genç kızın gönlünde taht kurmuş, uzun süredir temizlenmemenin de tesiriyle bozulmuş fildişi ten rengi ile bir çeşit pelüş kuzuydu. Elif’in, Bay Pudra’yı kıskandığı zamanlar kendisinin saklanması en yerinde hareket olurdu, zira Elif durgun zamanlarının haricinde son derece asabi ve agresif bir kız olurdu. Hatta bir keresinde odada oyun oynarken ikisinin de eli aynı oyuncağa gidince Elif tiz bir çığlık atıp elini tam da suratın…
Büyükçe kamyon aralıksız bir şekilde klaksonu öttürünce zıpladı, yolun üzerinde öylece durduğunu fark etti. Karşı caddeye geçti ve bulvar boyunca mağazaların vitrinlerindeki, renkli kıyafetlerle donatılmış modelleri dalgın gözlerle seyrederek ilerledi. Yolun iki zıt şeridini ayıran çeşitli otlarla ve küçük ağaççıklarla kaplı küçük kaldırımsının üstüne dikili reklam panosunda yeni çıkmış bir romanın afişini gördü. Kapakta sol tarafta iri vücudu ve erkeksi tavırlarla yanındaki kızı süzen bir adam vardı ve sağ tarafta da gevşek bir topuz ile bağlanmış saçları her an aşağı sarkacakmış gibi duran, nispeten kısa bir kız adama aynı bakışı iade etmekteydi. Tüh dedi. Aklına yatağının yanında komodinin üzerindeki kitabı geldi. Diğer her şey gibi bu işi de yarım yamalak yaptığı ve sonunda da ona eşlik etmeye çalışan her şey gibi okunmayı bekleyen kitabını da yüzüstü bıraktığı için kendi kendine hayıflandı. O an, önceden verdiği ve hâlihazırda tamamlanmayı bekleyen diğer yaklaşık yüz sözü tek celsede sildi ve yeni bir karar verdi: Bugün gidip o kitap bitirilecekti. Hem belki böylece hayatına bir çeki düzen de verebilirdi artık. Dudaklarının iki tarafındaki çiviler de bir anlığına düşmüştü, artık gülümsüyordu. Hoş, neden sonra yeni çiviler çakıldı eski pozisyonuna: İçten içe eve gitmek istemediğini fark etti. Yalnızlıktan başka mobilyası olmayan o karanlık kaleyi görmek istemiyordu artık. Tek ziyaretçisi Hades’ti; o ise artık Afrodit’i ve Dionisus’u konuğu olarak görmek istiyordu. Bu bir ve tek başınalık artık canına tak etmişti. Çocukluğunda yalnızlığını çeşitli oyunlar ve oyuncaklarla bir nebze tolere etmeyi başarmıştı, okul yıllarında ise sınav hazırlığı ve geleceğini inşa etmesi gerektiği yönündeki telkinler ve çeşitli bahanelerle bir şekilde göremeyeceği bir köşeye süpürmüştü bu bir başınalığı. Fakat artık gençliği de yüzünden ve solgun bedeninden akıyordu, gel gör ki bunu önlemek henüz hiçbir âdemoğluna nasip olmamıştı. İki saniyeliğine neden önündeki görüntünün bulanıklaştığını anlayamadı, ardından buğulu gözlerinden ayrılan ilk damla ayaklarının hemen yanı başına düştüğünde, yeryüzünün ona büyük bir çığlıkla eşlik etmesini bekledi. Ufak bir deprem olsa da kabulüydü. Hâlbuki tek gerçekleşen, önünden geçmekte olduğu parkın girişinde elindeki balonları taşıyan yaşlı bir amcanın, tam da çocuk müşterisine uzatırken elinden kaçıveren bir balona yönelik birkaç ünlem ve bağrışmalar oldu. Bu hengâme onu nedense parkın içine çekti. İki tarafına dizilmiş koca ağaçların ve tek tük koyulmuş küçük ağaççıkların arasında bir düzen uydurmaya çalıştı. O esnada kızıllaşmış gökyüzüne takıldı gözü. Rastgele adımlarını sıklaştırdı ve üç yüz metre ilerdeki çıkışa doğru hızlandı. Nereye gittiğini, orada kendisini neyin beklediğini ya da gerçekten kendisini bir şeyin bekleyip bekleyemediğini bilmiyordu. Bir şey onu çekiyordu. Kapıdan çıktı, caddenin sonunda sağ ve sol olmak üzere ikiye ayrılan yolda sağına dönmeyi tercih etti.
Hemen önünde annesi ile kızı olduklarını tahmin ettiği iki kadın kendi aralarında fısıltı ile normal konuşma arası bir seste sohbet ediyorlardı. Bir süre sonra durdular ve annesi anaç bir hâl içerisinde kızının çenesini kavradı ve sanki kırmaktan korkuyormuş gibi okşadı ve gözlerini bir süreliğine ortadan kaldıracak kadar büyük bir tebessüm ile ona baktı. Ardından yine aynı anaç tavır ile ağzını açtı: “Hayat sürprizlere gebedir kızım, hiçbir zaman işlerinin planladığı gibi gitmesini bekleme. Bırak Allah senin hakkında en uygununu versin. Vardır onun bildiği bir şeyler, sadece bekle, sabret ve yoluna devam et.”
Devam edecek.