Önemli Not: Bu yazı yazılırken esinlenilen kitap (Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş – José
Saramago) hakkında derinlemesine bilgi edinmek istemiyorsanız lütfen okumayınız.
İki tane zıtlığın hayatımızda büyük bir yeri var. Sonsuzluk ve ölüm. Böyle yazınca büyük bir kesimde iki zıt duygu gelişir. Pozitif (heyecan, mutluluk) ve negatif (korku, üzüntü). Sonsuzluğun bize çağrıştırdığı genel anlamları ve sebeplerini inceleyelim öncelikle.
“Ve ertesi gün hiç kimse ölmedi” diye başlıyor sevgili Saramago. Kitaptan bahsetmeden önce bize ilk andan itibaren bahsedilen ve hep imrenilen sonsuzluktan bahsedelim biraz. Bir çok dine bir bakın hepsinin size en büyük vaatleri sonsuz ve acısız, mutlu bir yaşamdır. Kurallar koyulur uyanlara ödül, uymayanlara cezalar verilir. Bu ödül ve cezaları cazip veya korkutucu yapan ise sonsuz olmalarıdır. Ya da dünyanın değersizliğinden bahsedilir. Onu değersiz yapan nedir? Bir gün bitecek olması. Yani birçok şeyin temelini oluşturan inançlarımızda bile sonsuzluk değer biçmenin en önemli noktalarından biridir. İnançlar dışında bu olguyla hayatta neler yapıyoruz ona bir bakalım. Kocaman bir gerçek olan “BİLİM”i bulduk. Geliştirdik. Gelin biraz nereden başladığımıza bakalım. Simyacılar, kimyacılar hepsinin gelişim aşamasında ilk insanın sonsuz yaşama çabası vardı. Bugün de hala öyle. Altını dağ kekikleriyle dövüp içmiyoruz belki ama insanları dondursak yüzyıl sonra açabilir miyiz diye uğraşıyoruz. İlaçlar yaptık her birimizi tek tek öldüren o bütün hastalıklar için. Bir gün daha fazla yaşayalım diye. Kocaman bir dizi ve film endüstrisi var ve son zamanlarda hepsi beyinleri bedenlere nasıl aktarırız ya da ölümsüz olunsa nasıl olunurdu gibi aynı temele sahip farklı hikayelerle dolu. Bütün bunlara uzaktan bir bakınca sonsuzluk bizim yaşam enerjimizin temeli gibi geliyor. Bizi güdüleyen bir şey gibi. Fakat bir şeyi çok isteyip olduğunda aslında onu o kadar da çok istemediğini fark edersin ya belki de sonsuzluk öyle bir şeydir. Bakın Saramago hikayesinde ne de güzel anlatmış “Ertesi gün hiç kimse ölmeyince herkes önce bekliyor. Birkaç gün daha kimse ölmüyor. Ve fark ediyorlar ki ölüm onların ülkesini terk ediyor. Tabi hemen bir bayram havası ve neşe hakim ülkeye. Kısa bir süre de olsa ülkede baya herkes mutlu oluyor.” Gayet haklılar da zaten. Yüzyıllardır bunun için uğraşmıyor muydu insanlık zaten? Ama unuttukları şey hayatlarını sonsuzluk üzerine değil sonsuzluğu aramak üzerine kurduklarıydı. Ve çok geçmeden önce devlet sonra halk oturup düşünüyor çaresizce. Şirketler var bir de onlardan çok bahsetmeyeceğim isteyenler kitapta bulunan güzel anlatımlardan yararlanabilirler. Kısa geçiyorum halk ölememenin acısını yaşamaya başlayadursun devlet yeni önlemler alma arayışına giriyor. Yeni şehirler kuruyorlar. Yaşayan ölüler şehri! Ölemeyenlerin çaresizliğini tahmin bile edemiyorum. Biraz düşününce ölüm mü daha kötü ölememek mi insanı baya zorluyor. Velhasılı kelam insanlar ölmek için başka şehirlere kaçmaya başlıyor kaçamayanları yakınları götürüyor. Bütün ahlaki olgular paramparça insanların zihninde. Çünkü yaşadığımız bütün bu hayatı ölmek olgusu üzerinden kurduk. Felsefelerimizi, inançlarımızı, değerlerimizi, kısacası hayat bir oyunsa onun yazılımı ölümle yazıldı. Dolayısıyla o hayal ettiğimiz sonsuzluğa geçiş yapınca pek öyle olmayıp eror veriyoruz. Psikoloji penceresinden baktığımızda ise bizi hayatta tutan şey acıdan kaçınma güdümüz. Ve ölüm de bir acıysa bizim için ölümden de kaçıyoruz yaşamak için. Yani aslında ölüm yaşam döngüsünde bize enerji veren bir itici güç. Ölüm yaşamı anlamlı kılan şey. Biraz garip geliyor ama ölmek bizi yaşatıyor. Sonsuzluksa öldürüyor.
Biraz da ölümden neden korktuğumuza bakalım. İnsan en ilkel zamanlarında korkuyu öğrenirken bir yol ile öğrendi. Karanlık! İlk ondan korktuk. Çünkü karanlık bize bilinmezliği getirdi. Bilememekse korkuyu. Ölüm hep siyahtır birçok tasvirde. Siyahsa renkleri en çok absorbe eden renktir. İçine alır ve bir nevi yok eder. Siyahla karışan siyah olur. Siyahta göremeyiz. Göremediğimizde de korkarız. Ölümü de hiç bilemedik. Hep bir bilinmezlikti. Ne gidenler geri geldi ne de bir mesaj gönderdi. Karadelik misali ölüm de siyah gibi yanına ne aldıysa kendine benzetti. Ölüm için birçok hikayemiz var fakat hiçbirine gerçekten inanmıyoruz aslında o yüzden ondan bu kadar korkuyoruz işte.
Kitapta dikkat çeken çok önemli bir noktadan daha bahsetmek istiyorum. Ölüm kitapta bir kadın olarak tasvir ediliyor. Saramago bunun aslında birçok mitoloji ve dinde de böyle olduğundan bahsetmiş. Biraz düşününce benim de aklıma birkaç fikir geldi. Ölümün zıttını bir düşününce doğum olduğunu görüyoruz. Doğurma kabiliyetine sahip olan cinsiyet ise dişi. Kadın aslında hayat veren olarak var zihinlerde. Dolayısıyla sistemde hayat veren hayat da alabilir diye bir mekanizma kurulursa ölümün kadın olarak tasvirlenmesine başka bir açıdan daha bakabiliriz böylece. Ki bu kadına karşı olan korkunun dışa vurumlarını açıklamak için çok güzel bir alt yapı oluşturabilir. Fakat bu şu an konumuz değil. Bir dipnot olarak düşmek istedim sadece.
Kitapta ölümün geri dönmesiyle birlikte aldığı birkaç karar var. Ölüm şöyle bir karar alır: Artık insanlara haksızlık ettiğini düşünerek onlara sekiz günlük bir müddet verip öldüreceğini ve öldürmeden önce haber vereceğini söyler. Bu sayede vasiyetlerini yazabilecek ve sevdikleriyle vedalaşabilecektir. Fakat tahmin edersiniz ki insan ne hayallerini gerçekleştirmeye uğraşır ne de sevdikleri ile vedalaşır. Üzüntüden hiçbir şey yapamaz ve son sekiz günleri hayatlarının en kötü günleri olur. Burada değinmek istediğim hep bir bahanemiz olacak, yetiştiremediklerimiz, başaramadıklarımız. Bunları sürekli ortaya sunmamızın sebebi onları tamamlamak istemekten daha çok acımızı dindirecek bir sebebe sahip olma isteğidir. Çünkü insan bir şeyi tamamlayacaksa yarına bırakmaz. Katı ama gerçek. Sebepler her zaman vardır. Sonuçlar ise size bağlıdır.
Son olarak kitapta çok ilgimi çeken ölümler konusundan bahsetmek istiyorum. Her canlı aynı ölüme mi sahip şahsen hiç düşünmemiştim. Kitapta her canlı için farklı ölümlerin olduğundan ve en büyük ölümleri bile öldüren bir ölüm olduğundan bahsedilmektedir. Bitkilerin ölümüyle orangutanların ölümünden farklı ölümlerin sorumlu olduğu ölümlerle ilgili hiyerarşik bir düzen anlatılıyor. Çok ilginç geldi bana. Açıkcası bu konu üzerine burada derinlemesine bir analiz yapmayacağım veya yapamayacağım. Ama kitabı okumasanız bile bir gün düşünecek bir şeye ihtiyacınız olursa diye buraya eklemek istedim.
Eğer yazıyı toparlayacak olursak yaşamak için ölmek, ölmek için yaşamak zorundayız. Ama bu iyi ya da kötü bir şey değil bu hayatın ta kendisi. Ölümle kalın.