Son yıllarda davranışsal ekonomi ya da diğer ismiyle davranışsal iktisat çok ilgi çeken bir alan. Özellikle davranışsal ekonomi alanında uzman ve “dürtme” isimli eseriyle dünya çapında tanınan Richard Thaler’ın 2017 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla bu alan sadece ekonomistlerin ve psikologların değil tüm insanların dikkatini çekmeyi başardı. Gelin neymiş bu “davranışsal ekonomi” biraz yakından inceleyelim.
Ekonomi sosyal bir bilim dalı sayılmasına rağmen farklı doğa bilimlerinin metotlarını izlemeye başlaması ve özellikle matematikle yoğun bir formalizasyon sürecine girmesiyle insanlar tarafından neredeyse matematiğin bir alt dalıymış gibi algılanmasına sebep olmuştur. Ancak bu durum ekonominin teorik çalışmalarda psikolojik faktörleri görmezden gelerek insanları sadece mantıksal kararlar alan rasyonel varlıklar olarak ele almasına sebep olmuştur. Halbuki psikoloji ve sosyoloji insan davranışlarını ele alan sosyal bilimlerden elde edilen bulgular, insanların iktisat modellerindeki gibi rasyonel davranmadıklarını ve farklı davranış biçimleri sergilediklerini gün yüzüne çıkarmıştır. Bu nedenle son yıllarda ekonomik modeller, diğer sosyal bilimlerdeki, özellikle psikoloji alanındaki çalışmalardan elde edilen bulgularla desteklenmeye çalışılmaktadır. Ekonomi bilimi insanın ekonomik tercihleri ile ilgilenirken, psikoloji bilimi insan davranışları ve bu davranışların sebepleriyle ilgilenmektedir. Bunun sonucunda ekonomi ve finans dünyasında, psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin karar alma süreçleri ile ilgili teori ve bulgularından etkilenerek, yeni bir araştırma alanı olarak “davranışsal ekonomi” doğmuştur.
Davranışsal ekonominin temelleri Adam Smith’in 1759 yılında yayınladığı “The Theory of Moral Sentiments” adlı çalışmasına kadar dayanmaktadır. Smith, bu çalışmasında bireysel davranışın psikolojik ilkelerini ortaya koymuştur. Davranışsal ekonomi 1980’li yıllara kadar egemen olan rasyonel insan yani “homo economicus” olan insanların karını maksimizasyonunu öngören neo-klasik ekonomi görüşünün varsayımlarını, özellikle de rasyonel insan varsayımını eleştirerek ortaya çıkmıştır. Davranışsal ekonomide teori oluştururken insanların ekonomik davranışlarını incelemek ve ekonomik verilere psikolojik, sosyolojik unsurları da eklemek gerekir. Çünkü insanlar çeşitli nedenlerle faydalarını veya kârlarını maksimize etmek amacıyla hareket etmeyebilirler. Örneğin, asimetrik bilgi, belirsizlik, riskten kaçınma dürtüsü, statü ve itibar kazanma isteği veya kaybetme korkusu gibi psikolojik nedenler insanları maksimizasyondan uzaklaştırır. Bu gecikmenin en büyük sebeplerinden birisi de psikoloji biliminin geç gelişmesidir. Yani 20.yy. içerisinde ekonomistler iktisadın doğal bilim olup olamayacağını tartışırken, psikoloji gelişmekte olan ancak pek de bilimsel olmayan bir konuydu. 2000’li yıllara gelindiğinde iktisat, psikoloji ve sosyoloji ilişkisi daha fazla iktisatçı tarafından ele alınmaya başlamıştır. Sosyal farklılığın ekonomik kararları etkileyen en önemli faktör olduğunu söyleyen birçok ekonomist, kimlik konusunun modellere ve analizlere yeterince dâhil edilmediğini ifade ederler. Onlara göre, ekonomik davranışın, fırsatın ve mutluluğun en kritik belirleyicisi bireyin seçimdeki sınırlarıdır. Kimlik; politik ekonomi, örgütsel davranış, demografi, ekonomi dili, şiddet, eğitim, tüketim ve tasarruf davranışları, emeklilik kararları ve işçi-işveren ilişkileri alanlarında ekonomik sonuçları etkilemektedir. Bu gelişmelerle birlikte davranışsal ekonomi 2000’li yıllarda popülaritesini ve etki alanını giderek artırmıştır.
Aralarında Daniel Kahneman’ın da bulunduğu birçok ekonomist “Ültimatom Oyunu” isimli sosyal deneyin davranışsal ekonominin önemini gösterdiğini ve bu sebeple ekonomi biliminin seyrini değiştirdiğini ileri sürmektedirler. Ültimatom Oyunu ise şu şekildedir: karşınızda bir insan olacak ve o kişiye bir akademisyen tarafından belli bir miktar (100 Dolar) para verilecek, bu kişi de kendisine verilen paranın, sizin hiçbir müdahaleniz olmadan, istediği bir miktarını, size teklif edecek. Eğer siz, teklif edilen miktarı beğenir ve kabul ederseniz, teklif edilen miktarı siz, kalan miktarı da karşı taraf alacak. Eğer, size teklif edilen miktarı kabul etmezseniz, her iki taraf da tek kuruş alamadan evlerine gideceklerdir.
Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, teklif oranı %20’den daha aşağı ise, karşı tarafın yaptığı tekliflerin büyük bir çoğunluğu ret edilmekte, her iki taraf da tek cent almadan deney ortamından ayrılmaktadır. Paylaşım oranı, yarıya yaklaştıkça, teklifin kabul oranı da süratle artmaktadır.
Unutmayalım, böyle bir oyunda, karşımızdaki kişinin tek teklif hakkı var. Dolayısıyla, kendisine ayıracağı ve size teklif edeceği miktarı iyi düşünüp (çünkü, sizin, ne miktarı kabul edebileceğiniz konusunda karşınızdakine bilgi vermeniz yasak), sizin tarafınızdan reddedilmeyecek, buna karşılık kendisine de olabildiğince büyük bir miktarı almayı hedefleyecek rakamı sağlıklı olarak belirlemesi gerekiyor.
Bir kişi, nasıl olur da miktar (varsayalım ki 5 Dolar) ne olursa olsun böyle bir oyunda kendisine teklif edilen parayı kabul etmez? Nihayetinde, bu parayı elde etmek için hiçbir emek harcanmıyor.
1980’lere kadar ekonomistler, insanların, kazançlarını maksimize etmek üzere mantıklarını kullandıklarını düşünürlerdi. Yani insanların, en az emekle, en yüksek kazancı elde etmenin doğru olduğuna inanıyorlardı. İnsan, mantığıyla düşündüğüne göre, rasyonel davranmalı ve hiçbir karşılık beklemeden kendisine teklif edilen para 1 Dolar dahi olsa parayı alıyor olmalıydı. Dolayısıyla, yukarıdaki deney kuralları ekonomistlere söylenip de daha deney yapılmadan, sonuçlarının ne olabileceklerinin tahmin edilmesi istendiğinde, alınacak sonuçlardan emindiler. Deney ortaya konulup da sonuçlar alınmaya başladığında bu durum iktisatçıları da şaşırtmıştı. Bir insan, belli bir orandan daha düşük parayı neden reddederdi? Acaba bunun, içinde bulunulan kültürle bir ilgisi olabilir miydi? Bireysellik üzerine kurulan bir toplum ile kolektif düşünceye göre yaşayan topluluklarda yapılan böyle bir deney, farklı sonuçlar verir miydi?
O halde, başka ülkelerde de bu deney tekrarlanmalıydı. Deney alanı sadece ABD’de değil; Rusya, Japonya, Almanya, Fransa ve Endonezya’ya kadar genişletilip uygulandığında da aynı sonuçlar elde edildi. Bu ülkelerde de karşı tarafa teklif edilen para oranı azaldıkça, reddetme oranı da artıyordu. Teklif edilen para yarı yarıya olmaya yaklaştıkça kabul oranı da artmaktaydı.
Bu çalışma, insanların ekonomik davranışlarının sadece bireysel çıkarlara dayanmadığını yani rasyonel insan varsayımının her zaman geçerli olmadığını göstermiştir. İnsanlar kandırıldıklarını veya saygısızlığa uğradıklarını düşündüklerinde maddi çıkarlarını düşünmeyecektir. Bu çalışmanın sonucunda da egemen ekonomik anlayışın güvenilirliği tartışılmaya başlanmıştır.
Sonuç olarak davranışsal ekonomi ortada bir insan faktörü olduğunu ve bu faktörün içinde bulunulan duruma göre değişebileceğini kabul eden ve de rasyonel insan kavramının teorik olduğunu ve pratikte istisnalar dışında bulunamayacağını savunur. Sosyal bilimler arasındaki yardımlaşmalar sonucunda eskiden açıklanamayan bazı ekonomik davranışlar bugün daha anlaşılır hale gelmiş ve bir çözüm imkânı sunulmuştur. Bu sebeple de davranışsal ekonomi daha saygın bir yer kazanmıştır.
Nelson, Julie A., Hayatımızdaki Ekonomi, Çev: Didem Kizen, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011.
Kahneman, Daniel. “A Psychological Perspective on Economics”, American
Economic Review. 93:2, 162-168.
Can,Yeşim, İktisatta Psikolojik İnsan Faktörü: Davranışsal İktisat, Hukuk Ve İktisat Araştırmaları Dergisi, 4:2,91-98 http://www.sobiad.org/ejournals/dergi_hia/arsiv/2012_2/yesim_can.pdf
Eser,Rüya ve Toıgonbaeva,Davletkan , Psikoloji ve İktisadın Birleşimi Olarak,
Davranışsal İktisat,Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İibf Dergisi, 6:1(2011), 287‐321