İnsanın Halinden Anlayan Ekonomi Alanı: Davranışsal Ekonomi
Nisan 7, 2018
Üç Boyut
Nisan 7, 2018

Orta Çağ ve Avrupa Üzerine Boş bir Muhabbet

Şövalyeler ve atlı birlikler, yakılan cadılar, bütün bir Avrupa’yı yok edecek düzeye gelmiş veba salgınları, he ve bir de tuvaleti bulamadıkları için sarayın köşelerini giderlik olarak kullanan kullanan krallar. Bu laflar söylendiğinde birçoğumuzun aklına aynı şey geliyor: Orta Çağ Avrupası. Eh, sonuçta şimdilerde dilimizden düşmeyen şu Finlandiya’daki eğitim sistemi daha ortaya çıkmadı, Avrupa Birliği kurulmadı ve Almanya Dünya Kupasını kazanmadı. Hatta şu skolastik düşünce o kadar egemendi ki batıda, kilise “Ya iki bilim yapalım” diyen potansiyel mucitlerin ve bilim insanlarının başına hemen üşüşüyordu. Sanat desen o da yok, yahu insanlar açlıktan toprak yemeye çalışıyor sen gelmiş burada bana heykelden, resimden, müzikten bahsediyorsun. Siyasi ve askeri güç zaten yerlerde, adamlar koskoca Haçlı Birliği’ni kuruyor yine kaybediyorlar doğu devletlerine karşı. Kısaca Ortaçağ birçoğumuzun mutlaka bir yerlerde okuduğu ya da duyduğu gibi “karanlık” bir dönem, değil mi? Değil. Hatta aslına bakarsanız bu dönem günümüz Avrupa’sının şu anki konumunu ve gücünü kazanmasında çok büyük bir pay sahibi. Bazen birçok şey ders kitaplarında anlatıldığı gibi olmuyor ne yazık ki.

Böyle bir girişten sonra muhtemelen bazılarınız beni Avrupamerkezci ilan edebilir. Dürüst olmak gerekirse Avrupa kültürünü ve tarihini diğer birçok kültürden daha çok merak ettiğim doğrudur fakat tekrar vurguluyorum; merak ediyorum dedim, “yüceltiyorum” değil. Zaten konumuzu anlattıktan sonra neler demek istediğimi daha iyi bir şekilde anlayacağınıza inanıyorum.

Kısaca Orta Çağ nedir diye anlatmak gerekirse: Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla başlayan ve Konstantinopolis’in Fethi’yle biten (ki bu iki olay tam olarak çağın başlangıç ve bitiş noktaları değil), Erken ve Geç olmak üzere ikiye ayrılan bir periyot diye tanımlayabiliriz. Rönesans’tan bir tık öncesine kadar dayanan bu dönem hakkında yüzlerce de spekülasyon var. İşin garip kısmıysa bu çağı “karanlık” diye nitelendiren ilk düşünürler yine Avrupalı. Size ceza: Deftere yüz kere “Orta Çağ güzeldir” diye yazacaksınız. Ama bir saniye ya! Bunlar niye böyle karanlık diye yazmışlar ki? Yani nolmuş bir iki sanatçı ve düşünür “eheh Rönesans dönemini başlatalım mı artık arkadaşlar?” dedi de bir anda karanlık dönemler 200 Watt’lık ampulle aydınlatılan elektrik devresi gibi ortalığı ışığa mı boğdu? Burada kader ilk uçan tekmesini tarihçilere atıyor. Çeşitli ihtilaflara sebep olmakla birlikte bu konuda en güçlü tahmin, yani Orta Çağ diye nitelendirdiğimiz bu dönemin o zamanlar “karanlık” diye anlatılmasının sebebi, mevcut döneme ait belgelerin çok az olması idi. Yani bir başka deyişle; Orta çağdaki elemanlar olanları kayıt altında tutmaktan o kadar uzaklardı ki birkaç yüzyıl sonra şöyle aralarında toplanıp geçmişte nolduğunu konuşmak istediklerinde ellerinde aslında çok az belgenin bulunduğunu farkediyorlar. Tabii burda bir istisna var; o da kilise. Dönemin en büyük arşivi o zamanlar onların elindeydi. Ee, sonuçta ellerinde tutuyorlar koskoca devletleri. Kilise bürokrasisi bir, ezik diğer Ortaçağlılar sıfır. Fakat elbette kiliseyi de öyle göklere çıkarmayalım. Bu elemanlar gerçekten de insanların dini duygularını sömürmüşler, benim emektar köylü vatandaşım daha evinde kandilini yakacak yağ bulamazken kardinaller ve papazlar hindi çorbaları, çeşitli meyveler ve tatlılarla süslerlermiş yemek masalarını. Hatta dönemin düşünürlerinden Erasmus “Deliliğe Övgü” (“Morias enkomion seu laus stultitiae”) adlı kitabında iyi giydirmiştir dönemin din adamlarına: “Sanki kilisenin en vahim düşmanları papazlar değilmiş gibi; İsa’nın unutulmasına göz yumarlar sessizce, kazançları uğruna uydurdukları yasalarla prangalar geçirirler ayağına, zoraki yorumlamalar getirip dini yanlış tanıtırlar ve yoz yaşantılarıyla onu katlederler.” Tabi böyle kızgın olmasının bir sebebi de kendisinin de aynı ortamdan gelmiş olması. Hazır geçmişinden bahsederken şunu belirtmekte fayda var. Erasmus’un entelektüel ve kültürel birikiminin en büyük kaynağı sizce ne olabilir? Onedio testleri ve Twitter’daki “Tuhaf ama Gerçek” sayfaları değil. Kilisenin ta kendisi. Zira az önce de belirttiğimiz gibi en büyük arşivi bulunduran kilise bunun yanısıra en büyük kütüphanelere ve birinci elden eserlere sahip. Bunu Erasmus’un kendi yazılarında da görebiliyoruz. İşte bu sefer aynı soru akıllara geliyor: “ ee hani kilise ders çalışanı dövüyordu ?”

Bu soruyu ve bunun gibi Orta çağ dönemine ait birçok kültürel, siyasi, sosyal ve ekonomik gerçeği sorgulamayı ve gelecek aylarda cevap bulmayı düşünüyorum. O zamana kadar “curate ut valeatis”.



Paylaşmak Güzeldir:

Alperen Onatkan Yılmaz
Alperen Onatkan Yılmaz
Boğaziçi Üniversitesinde Tarih bölümü öğrencisi. Okumayı, gezmeyi ve dinlenebilecek her müziği dinlemeyi çok sever. Tarih muhabbetleri yaparak insanları büyülemek en büyük hobilerinden. Bütün dünyayı gezmek isteyen, insanları dinlemeyi seven, sergiden sergiye ve tiyatrodan tiyatroya koşan ama koşamazsa da Kadıköy vapuruyla giden birisi. Akademisyen olmak isteyen yazarımızı tarih ve sanat dallarında yazarken bulabilirsiniz.