“Tık tık tık…”
2’şer saniye arayla damlatıyor. Evde bakımı yapılmamış araçlardan biri. Boynu bükük lambaderin kuzeni; ışığı yanmayan ütü, sigortayı attıran ketılın arkadaşları; düğmesi 3 basışta çalışan vantilatörün eltisi, kolu çalışmayan pencerenin gelini… Evet, anlaşmalı sanki bu evdeki eşyalar! Hepsi birlik olmuş üstüne geliyor. Diğerleri gibi bunun da tamiratı nasıl yapılır bilmiyor. Bir kitapta okuduğu bir bilgi değil. Televizyonda programına da denk gelmemiş. Tamirci çağıracak olsa, musluk tamirci çağıracak kadar bozulmuş mu emin değil. Çağıracağı tamirci iki vuruşla musluğu düzeltir de 500 lira ister diye korkuyor. Her halde musluk sapını yağlamak gerekirdi. Gerçi dışından bir problem olsa niye su akıtsın? Borularla alakalı bir sıkıntı olmalı. Onu aşacak bir mesele bu. Denemeye kalksa yanlış bir şey yapsa maazallah, evi su bassa… Yok olacak şey değil, 10 katı parasını ödeyip dolandırmaya hazır şimdi. Hem onu çağırmışken ketıla da baktırıverir. Çay demleyemez oldu sabahları, elektrik çarpar diye. Hoş, demlikte de demleyebilir çayı ama ocak da sıkıntılı. Ocak gözüne iki damla su düşedursun, hemen çakmak “tık tık tık…” tıklamaya başlıyor. Eşyalar ahenk içinde birbirlerinin bozuluşlarına eşlik ederken, o hepsinin düzeleceği günü ah vah ederek bekliyor.
“Tık… tık… tık…” Zemin katta yaşadığından apartmandakilerin eve giden yolu hep onun kapısının önünden geçiyor. Tıkır tıkır ayak sesleri her saat hatırlatıyor kendini sanki ayaklı saat gibi. Sabrı kalmadı daha fazla ayak seslerine. Biraz çözüm olur belki diye sadece kendi katının basamaklarına yetecek kadar halı serdi. Bu çabası da beyhude. Arsız adımların gürültüsünü önleyemedi. Evet, arsız adımlar! Bu kadar gidip gelecek neresi var bu insanların? Kahkahalarla dolaşacakları hangi sokakları var? Kendi kendilerine apartmana girerken söyleyecekleri şarkıları nereden buluyorlar? Geceleri, gündüzleri yok. Hayır, insanda disiplin olmalı, yatacağı kalkacağı saati bilmeli, evlatlarına öğretmeli. Evdeki eşyalar bozulsa neyse de komşusu bozuk olmamalı insanın. Komşusu bozuk oldu mu eyvah, ne tamirci ne polis yeterli olur, düzeni sağlamak için. Uyku uyuyamıyor uyku, bu edepsizler yüzünden! Hayır o da ister, geceleri çıksın eğlensin gençler; çocuklar koşsun oynasın, neşeleri eksik olmasın. Ama bi ’ adabı vardır hani.
Evde oturup çalıştığı sıralardan birinde dışarıdan gelen sesler kapısına giderek yaklaştı. Kulak kesildi her zamanki gibi. Ses, onun kapısına çok yaklaştığı sırada kesildi. Kapının çalmasını bekledi ama çalmadı. Tekrardan ayak sesleri de duyulmadı. Bir iki dakika doğal gazcı olduğunu düşündü ama süre biraz daha geçince şüphelendi. Hırsız olması da mümkün değildi. Üst katın çocukları zırt pırt aşağı kapıyı açıyorlar da içeri kedi giriyor, sağda solda -çok afedersiniz- sıçıyorlar diye sabo terliklerinden başka bir şey bırakmazdı kapı önünde. Kim gelmiş olabilirdi?
Kapı deliğinden bakmak istedi ama hiçbir şey göremedi. Karanlık. Şaşırdı, gelen kimse hareket etmiyor muydu? Sensörlü lamba da bozulmuş olabilir diye düşündü. Ama sensörlü lambanın dakikada bir yanan “tık” sesini duyabiliyordu. Neden karanlık olabilirdi o halde. Hatırladı. Daha önce hiç kapı deliğinden bakma gereği duymadığından fark etmemişti. 95 senesinde kendine müvekkilinin annesinden gelen el örgüsü üstüne sarı çiçekli kapı askısını üstündeki çivi boş durmasın diye tam kapı deliğinin üstüne asmıştı. Müvekkillerinden asla hediye kabul etmezdi de yaşlıca bir hanımın, bir trafik kazası nedeniyle taksirle adam öldürme suçundan yargılanan, evin tek erkeği biricik oğlunu kurtarmış olmasından duyduğu minnetin göstergesi olan bu el emeği hediyeyi kabul etmişti. Hatırlayınca gurur duydu kendiyle. Daha kariyerinin başında ilk dosyalarından birinde bir adamı, sonra bir yuvayı kurtarmak… Gurur vericiydi doğrusu. O zamanlar henüz bekarken, bu başarısını eve gidince annesi ile paylaşmıştı. Ne sevinmişti kadıncağız. Yavrusu okusun diye yıllarca emek sarf etmiş bir anne için ne büyük gururdu. Gözleri doldu.
Kulağı hala kapıda masanın üstündeki vazoya çarptı gözü. Bu vazoyu annesine o almıştı. Babalarından kalan arsayı paylaşamayan 3 kardeşin, en küçüklerinin avukatıydı. Küçük kardeşin sabıka kaydı, bu sabıkalardan abilerin yaptıkları ödemelerle küçük kardeşi kurtarıvermesigibi nedenlerle pek şansı yoktu küçüğün paydan. Ancak geçmiş geçmişte kalmış onca tarla bu adamın haylazlıkları için ziyan edilmişse de ölüm hak, miras helal demişler. Küçüğün payını kurtarmış, kazancı da anneler gününde bu vazoya yetmişti. O davadan gelen kazancının büyük kısmını bu vazoya ayırmıştı. Gün sırası annesindeyken, misafir çocukları “tık” diye düşürmüş, 3 büyük parça şeklinde kırmışlardı. Eve dönüp ne bunun hali diye sorunca annesinin yanıtı nazar varmış o çıktı olmuştu. Pek üzülmediğine göre, bu vazo onun için çok da bir anlam ifade etmiyor olmalıydı. Japon yapıştırıcısıyla kendi çapında yaptığı kintsugi vazo, kırıkların yarattığı mükemmellikten ziyade kalp kırıklıklarını hatırlatıyor, içinin ilk alındığı sefer dışında boş oluşuyla içindeki azabı arttırıyordu. Ancak, bu evdeki eşyalar rahmetli annesinden gelen alışkanlıkla, tuzla buz olmadıkları sürece atılmazdı.
Dışarıdaki herhalde evde kimsenin olmadığını düşünüyor, içeriden bir ses bekliyor olmalıydı. Belki de ikisinin de beklediği, kapının kendiliğinden açılmasıydı. Böylece rastlaşmışlar gibi olacaktı. Kapıyı çalmaya yüzü olmayan bu kişi kimdi: Komşusu, emekliliğinden beri hiç bağının kalmadığı uzak akrabaları, 2 mahalle ötede yaşayan yeğeni mi kim? Kimi kimsesi vardı elbet ama kimsesiz sanılmayacak kadar kimseli değildi. Dışarıdakine bir mesaj vermek için parmaklarıyla masanın üstünde tıkır tıkır sesler çıkarmaya başladı. Yeterli gelmediğini düşünerek televizyonu açtı. Bu sefer de kapıdaki ses çıkarırsa onu duyamayacağını düşündü, kapattı. Hem oyalanmak hem de ses çıkarmak için eski daktilosunun başına oturdu.
Tamamlamaya çalıştığı otobiyografisinde hukuk kariyeri ve seyahat anıları dışında kitabın içine eklemeyi düşünmediği bir bölümü yazıyordu bir süredir. Bölümün adı “Nihal”di. Nihal’i en son 2 sene evvel parkta görmüştü. Elinden tutan iki torunu kendilerini izlemesi için onu çekiştirirken Nihal’in mutluluğu yüzünden belli oluyordu. Yeşil desenli başörtüsü önünden bağlanmış, saçlarının ön tarafını dışarıda bırakacak şekilde kafasına yerleştirilmişti. Arada torunlarından kurtarabildiği elleriyle kulaklarından bu örtüyü çekiştirip öne alıyordu. Kırışmış ellerinin üstünde işlemeli altın yüzüğü yerindeydi. Üzerinde beyaz bluzun yeşilimtırak çini desenli işlemeleri başörtüsüne uyuyordu. Nihal gençliğinden beri öteberi denebilecek parçaları bir araya getirip güzel bir ahenk yaratmayı başarırdı. Tarzı, tavrıyla her zaman çevresinde fark edilen bir kadın olmuştu. Kendine gösterdiği özen onu fark edilir kılıyordu. Fark edilmek için kibirle örülmüş bir özen değildi bu, aksine kadının bu özeni gözleri o gün kendisine rast gelecek olan ruhlara duyduğu saygısından geliyordu. Hoş, muhtemelen yeryüzündeki tek canlı kendisi de kalsa ütülü kıyafetler giymeye, sıradan kıyafetlere işlemeler dikmeye devam ederdi. Vakur duruşunu yansıtan ve ona yakışan bir giyim zevki vardı. Torunlarının yanına, banka oturarak soluklandığını hatırlıyordu. İkisi de beş yaşlarında olan bu çocuklar, ona nine sıfatını yakıştıran sevimli veletlerdi. Nihal Hanımın elindeki asayı gördüğünde biraz şaşırmıştı. Asa kullanacak kadar yaşlı olmasalar da yürüyüşündeki aksaklıktan geçmişte bir rahatsızlık yaşadığı anlaşılıyor arada bu asadan destek alıyordu. Sıcak bir gündü, Nihal Hanım bunalmış olacak başörtüsünü çözüp ensesinde bağlamıştı. Çaprazlarındaki bankta usulca onları izlemeye devam etmişti. Yanlarına uğramadı. Onları izlediği banktan kalkarak uzaklaşmıştı. Senelerdir görmediği ve senelerce onu gördüğü zamanları anarak zihnini meşgul etmesine rağmen yanlarına gidip zihnini meşgul edebileceği yeni bir anı eklemeyi uygun bulmadı. Ama en çok da havadan sudan eşten dosttan konuşulan, çevrenin bahsi geçip kendisinden bahsetmediği bir sohbette bulunmak istemedi. Böylece Nihal’i kendi mutlu aile tablosunda resmetmek gerekecekti. O halde, onu yazamazdı. Nihal onun için böyleydi işte, zamanın birinde kurulan bilinçsiz diyalogları bir zaman sonra zihninde oynamaya devam etmesi duygularındaki boşluğa benzer hissi giderek derinleştiriyordu. Konuşulmayan ve konuşulmayacaklardı Nihal. Henüz üniversiteye başladıkları vakitlerde tahsillerinin zorluğundan yakınırken sadece derslerden, hocalardan konuştuklarını sanırdı. Ancak, öyle olmamıştı. Otuz dakikalık yürüyüş yolunda edilen ayaküstü, daldan dala kurdukları muhabbetin farklı bir havası olduğunu anlaması için zamanın geçmesi gerekmişti. Nihal tahsilini önce dondurup daha sonrasında geri dönüş yapmadığında tek başına yürürken fark etmişti eve dönüş yolunun otuz dakika sürdüğünü. Zamanın zalim eli her adımında ayaklarına vurmaya başladığında daha önce sahip olduğu bir manayı kaybettiğini anlamıştı. Tık, tık, tık. Nihal’in kimi zaman heyecandan kelimeleri bir araya getiremeyen neşeli sesinin yerini kendi postallarının hızlı ritmi almıştı. Otuz dakika çoğu zaman sonsuzluk gibi gelmeye, yolda geleceğe yönelik endişelerini düşünmeye başlamıştı.
Kapıdan gelen sese kulak kesildi. Bir sopanın yere düşmesi gibi bir ses, tak tuk. Düşen tahtanın sahibinden ses gelmedi. Düşen ne olabilirdi. Bir, şemsiye ya da bir baston. Emin olamadı. Pencereden dışarıyı kontrol etti. Hava kapalıydı ve yağmur sıcağı hakimdi. Şemsiye olması muhtemeldi. Sabırsızlandı. Her kimse gelen kişi ya yaşlı veya yürümekte zorlanan ya da uzaktan gelen ve yanına şemsiye almayı akıl edebilmiş biriydi. Sabırsızlandı ve sinirlendi. Şimdi dışarıdaki de kendisinin onu duyduğunu anlamış olmalıydı. Bu durum hoşuna gitmedi. Huzursuzlanarak yazısına döndü.
“Yazmayı düşündüğüm son tenkit çalışmasına odaklanabilmek ve öncesinde kendimi tenkit ettiğim bir mevzuuyu itiraf etmek adına kaleme aldığım bu metnin, olur da birilerinin eline geçerse, yayımlanmaması konusundaki kararlığımı belirtmek gerekir. Esasen, benim hikayemde böyle bir bölümün yeri olmamıştır. Hayattaki sonuçların belirsizliği karşısında anlamlı bir yaşam inşa edebilmek adına koyduğum kurallar, emsali olmayan ve karar vermeye şahsımın da yetkisinin olmadığı bir dosya karşısında beni mağdur kılarak zaman aşımına uğramıştır. Yaşamımın otuz senesinde bana eşlik eden bu hikâyenin kimseyi rahatsız etmemesini umarak satırlarımı sonlandırmak gerekir.”
Bitip bitmediğini düşündü. Galiba bitmemişti:
“Nihal Hanım ; size, bana eşlik ettiğiniz otuz sene ve otuz dakikalık fakülte yolculuklarımız için teşekkürlerimi sunarım. Size olan öfkemin artık son bulduğunu bilmenizi isterim. Beni beklemediğiniz için size duyduğum öfkenin içinden çıkamayarak sizden nefret ettiğimi sandığım da olmuştur. Vaktin ilerleyip yaşımı aldığımda öfkemi kaybettikçe, hissizleştiğimi sandığım da görülmüştür. Size öfkemin, hayatımı kurmak için tahsilimi bitirmemi beklemeyişinizden olduğunu zannetmeyiniz. Beklemek, ilerlemeyi sağlamak için zamana katlanmak değil; birlikte yaratılan anlara karşı bir saygı duruşudur kimi zaman. Beklemeniz için kendinizden bir fedakârlık göstermenizi arzu etmemiştim. Hayatımdaki mevcudiyetinizi anlamama izin verecek kadar durmanız yeterli olurdu. Belki de böylece yaşamımda kendime ayırdığım her anı sizinle aldatmak zorunda kalmazdım. Ancak bu da ne yazık ki sizin suçunuz değil. İçinde bulunduğumuz çağda bir genç olarak asi davranıp hızlı geçen zamana karşı beklemek, çoğumuzun yapamadığı, zor bir başkaldırıydı. Beklemek bir başkaldırıdır Nihal Hanım. Çoğu zaman, kendine karşı bir başkaldırı. Ben sizin mağlup olduğunuz bu direnişi gerçekleştirmenin ve bunu tek başıma yapmanın ağır yükünü bugüne dek taşımış bulunuyorum. Şu kapıdan çıkıp gelmeniz umuduyla kurduğum hayalleri zaman zaman uyandırıyorum gömdüğüm yerden. Bunun için sizden özür dilemek boynumun borcu. Beni affediniz. ”
Ah flört nedir bilmeyen zamane yaşlıları… Kendini ifade etmek ayıp sayıldığından kursaklarda bırakılmış onca duygudan birinin itirafıydı belki de Nihal Hanım’a sarf edilen bu satırlar. Bu zarif hanımefendiyi arayan utangaç bakışları; eş dost nezdinde arsız, namussuz zannedilmesin diye koyu kestane şapkanın altında, gölgede bırakılırdı. Gölgede bırakılmış gözler yıllar sonra intikamını alıp şimdilerde kendisini hipermetropla uğraştırıyordu. Yazıya bir de yakından bakabilmek için gözlüğünü aradı, taktı. Bu arada kapının ardında bir gürültü koptu. Artık saklanamazdı, kapıyı açmalıydı. Tam kapıya doğru ilerlediği sırada yazı yazdığı masanın yanındaki pencerenin pervazına 3-5 saka kuşu uçup kondular. Saka kuşlarını pek severdi. Ona çocukluğunda, mahalledeki arkadaşlarıyla sokaklarda, ağaçların altında oynadığı zamanları hatırlatırdı sakalar. Kırmızı başlarındaki ihtişamın aksine sade, gösterişsiz toparlak gövdelerinden çıkan ses, çocukluğunun şarkısını söylemişlerdi ona yıllarca. Tamamlanan kâğıdı diğerlerini üstüne koyup desteleri masada düzeltti. Kulakları sakalarda, gözlüğünü de masanın üstüne bıraktı. Sakalar gelince anlamıştı kimin geldiğini. Dönüp sakalara baktı, teşekkür etti; kağıtlara baktı, teşekkür etti; kapıya doğru dönüp yıllarını geçirdiği odaya şöyle bir baktı. Teşekkür etti. Sakaların şarkıları ve damlatan musluğun sesinden başka ses yoktu. Hayatında açtığı ve açamadığı onlarca kapı geldi gözünün önüne. Teşekkür etti. Kapıyı açtı.