Bakü – Azerbaycan
Haziran 4, 2025
DAHA İYİSİ OLAMIYOR…
Temmuz 6, 2025

Yana Yatmış Bir Merdiven

 

Herkesin yukarı çıkmak zorunda olduğu bir şehirde, bir kız -ilk kez- durmayı seçti. Bu hikâye, yüklerini bırakanlara ve kendi merdivenini yana çevirenlere.

 

Şehirlerden birinde, herkes yukarı çıkmakla meşguldü. Merdivenler binaların içine değil, göğe kuruluydu. Herkesin kendi merdiveni vardı. Ve herkes, durmadan tırmanıyordu.

Bazıları sabah beşte başlıyordu, bazıları gece üçte. Ama hepsi çıkıyordu. Çünkü yukarıda, bir yerde, bir şey olacaktı. Olmalıydı.

Kız da çıkıyordu. Çocukluğundan beri. Önce okuldaki sıralarla başlamıştı. Sonra notlar, başarılar, takdirler… Her biri birer basamaktı. Her biri, onu “bir şey” yapıyordu. Bir “olma” hâli vardı ve o hâl hep yukarıdaydı sanki.

Yukarı çıkmak yalnızca bir yöneliş değil, bir huy olmuştu. Tırmanmak, kendini haklı çıkarmanın en güvenli biçimiydi. Bir yere çıkarsan, bir şey olurdun. Bir şey olursan, artık sorgulanmazdın. İnanması güç ama belki seni rahatsız bile edemezdi kimse, yeterince yukarıya çıkarsan. O zaman kendi kendine kalabilir ve istediğini yapabilirdin. Kızın da hayali buydu, istediğini yapmak.

Yıllar geçti. Ödüller, mezuniyetler, takvimler, insanlar. Tırmanılacak çok basamak oldu, hepsi birer görev gibi gözüktü. Ama sabahları hep aynı hisle uyandı: “Bugün biraz daha çıkarım.”

Ve bir sabah, bedeninde bir farklılık hissetti. Kalbi sanki biraz daha yavaşça atıyordu. Göğüs kafesi daha sıkıydı ama bir acı değildi bu. Bir türlü hareket etmeyen bir şey gibi. Sanki içinde büyümekte olan, fakat yer değiştirmek istemeyen bir soru vardı.

Elini basamağa attı ama parmakları kavrayamadı. Ayağı bir basamağın ucunda asılı kaldı. Dizleri gergin ama ısrar etmeyen bir bekleyiş içindeydi.

“Bugün neden… neden yukarıya doğru adım atmak istemiyorum?” diye korkuya kapıldı kız.

Gözleri yukarı kaymadı bu sefer. Aşağı da bakmadı. Sadece kaldı. Olduğu yerde. Hiçbir yere ait olmayan bir anda.

İçinde hafif bir sarsıntı başladı. Bir şey kaydı tam göğsünün ortasında. Sanki gövdesi değil, kararları titriyordu. Yeni bir his: İstememek.

Bu his, onun için yabancıydı. Çıkmak istememek? Olmak istememek? Bunlar sanki bozulmuş düşüncelerdi. Hemen bir ses daha geldi zihninin derinlerinden:

“Ama ya bırakmak, pes etmekse? Ya gerçekten çok yaklaştığım bir yerde duruyorsam? Ya herkes haklıysa, sadece ben yorulduysam?”

Sözler sertti ama tanıdıktı. Bu sesi daha önce de duyduğunu hatırladı. Başarılarından şüphe duyduğu günlerde, kimse onunla yürümek istemediğinde, bir sunumdan çıktıktan sonra takdir bekleyip kımıldamayan bakışlarda. O ses, her zaman oradaydı. Ama bu kez o sese kulak verirken başka bir şey daha hissetti:

Yorgunluk değil. Suçluluk değil.

Sadece bir durma ihtiyacı.

Sanki biri, onun içine usulca dokunmuş da, “Tamam.” demiş gibi.

Ve ilk kez, bu sesi kovmak istemedi.

İşte o an, çıkmak istememesi, bir eksiklik değil; bir seçim gibi geldi.

Ve bu fikir, çok sessizdi ama ağırlığı ile tüm her şeyi susturdu:

“Ya çıkmamak da bir yolsa?”

Merdivenin ortasında durdu kız. Kendine şaşırdı. Aşağı baktı. Ayakkabılarının tabanı ter içindeydi. Elleri basamaklardan sarkıyordu. Daha da aşağı baktı. Çıkmaya başladığı yere. Yukarı baktı. Hâlâ görünmüyordu. Sonu.

Etrafında diğer merdivenler de vardı. İnsanlar nefes nefese çıkıyordu. Kimi hırslıydı, kimi bitkin. Kimi neden çıktığını çoktan unutmuştu. Ama durmuyorlardı. Çünkü durmak, düşmekle eşdeğerdi.

Çoğunun omzunda sepetler vardı. İçleri taş doluydu. Yüzleri yorgun, adımları ağırdı. Ama taşıyorlardı. Çünkü o taşların onlara kimlik kazandırdığını düşünüyorlardı. Kendi yükünü taşımayanın yukarı çıkmaya hakkı yoktu sanki. Yük, çabaya; çaba, değere eşitti.

Taşlar neydi? Kimse tam bilmiyordu. Belki eski başarısızlıklar, belki başkalarının beklentileri, belki sadece alışkanlık. Kiminin taşı babasının asla memnun olmayan sesi gibiydi, kimininki lise yıllarından kalma bir utanç anısı. Bazıları o taşı annesinden devralmıştı; bazılarıysa onu kendine yıllar içinde sessizce, fark etmeden örmüştü. Taş, sadece ağırlık değil, aynı zamanda aidiyetti. Elinde taşı olan biri, bir yere aitmiş gibi hissederdi. Bıraktığında, o boşlukla ne yapacağını bilemezdi insan. Çünkü bırakmak, boş elle kalmak gibi bir şeydi. Boşluk da çoğu zaman, ağırlıktan daha ürkütücüydü. Taşsız biri güvensiz görünürdü. Sanki hayatı hafife alıyormuş gibi. Sanki hiç yara almamış gibi. Sanki herkes gibi olmamış gibi.

Kız korktu, neden bunları düşünüyorum dedi. Kendini zorladı bir basamak daha çıkmaya. Ama ayağı hareket etmedi. Kız şaşırdı bu kez. İlk defa ne kadar zorlarsa zorlasın vücuduna söz geçiremedi. Elleri merdivene kilitli kaldı öyle bir süre. Hareket edemedikçe daha da korktu ve durduğu yerde kendi kendine paniklemeye başladı. Nefesi düzensizleşti, kalbi teklemeye başladı.

“Nefesini tut” dedi biri. Kız kafasını çevirdi sesin geldiği yöne. Yaşlıca bir kadın. Kadının saçları rüzgâra karışmıştı, ama yüzü sakindi. Yürüyüşü yavaştı ama sanki her adımında bir niyet vardı. Kız önce onu ciddiye almadı. Ta ki, kadın ona bakana kadar. Kadın merdivenini öne değil, yana çevirmişti. Sırtında bir yük yoktu, elinde bir demet çiçek vardı. Sakince yürüyordu. Sanki hiçbir yere yetişmesi gerekmiyordu. Ve.. Ve gülümsüyordu. Kız daha da korktu.

“Yan yatmış bir merdivende daha çok yer var,” dedi kadın. “Ve daha az neden.”

Kız şaşırdı. “Ama yukarı çıkmıyor bu.”

Kadın gülümsedi. “Belki de bazılarınınki çıkmak için değil, görmek için kuruludur. Merak etme, ilk kez çıkmamak hep çok zordur.”

Kız kadına baktı. Nefesi yavaşladı. Kulaklarında atan nabzı sessizleşti. Kız o gün ilk kez gerçekten durdu. Merdivenin ortasında, herkesin yükseldiği bir anda. Durdu ve ilk kez gerçekten etrafına baktı. Sessizlik yoktu ama fark edemediği sesler vardı: Bir annenin çocuğuna sabırla kitap okuduğu bir balkon, kendine bir kaldırım çukurunu ev yapıp uyuklayan bir kedi, ileride gülerek sohbet eden bir çift… Daha önce görmemişti bunları. Tuhaf dedi kendi kendine, bu tuhaf bir gün.

Ertesi sabah, merdivenini biraz yana çekti. Yukarıya değil, etrafa bakmaya başladı yine. Başka yüzler gördü, yürümeyi bırakan insanlar, merdivenini yakanlar, yere serenler. Onlardan biri olmaktan hep korkmuştu, öyle anlatmışlardı ona. O insanlar gibi olmayı hiç istemezsin demişlerdi. Önceleri onları yanlış sanmıştı. Yanlış neydi tam olarak? Yanlışın ne olduğunu bulmak için doğruyu bulmaya çalıştı. Ve şaşkınlıkla fark etti ki kendine ait bir doğrusu yoktu, hiç düşünmemişti. Sadece diğerlerinin yanlış dediklerini almış ve onlardan olmamaya çalışmıştı. Kızın kafası iyice karışmaya başladı. Nasıl bunca yıl doğrularını bulamamıştı? Ve daha da kötüsü nasıl hiç fark etmemişti yokluklarını?

O gün, eski defterlerine rastladı. Küçükken yazdığı cümleler: “Büyüyünce her şey tamam olacak.” “Büyük insanlar bir şey olur.” “Bir şey olmalıyım.”

Ama düşününce hiçbir şey olmak, her şey olmaktan daha hafifti. Ve belki de daha dürüst. Daha gerçek.

Küçükken büyük olmayı beklemişti. Büyüyünce bir gün “olduğunu” fark edeceğini sanmıştı. Oysa büyümek, bir andan çok bir eksilme hâli değil miydi? Önce oyuncaklarını, sonra hayallerini, sonra bazı insanları bıraktığın bir süreçti. En sonunda da, kendi eski hâllerini.

Kız artık dönemeyeceği bir yola girdiğini fark etti. Merdiveni orada bıraktı. Yan yatmış hâliyle.

Ve çimenlerin üzerine uzandı. Gökyüzüne bakarken ilk defa ona ulaşmak zorunda olmadığını fark etti. Buradan da çok güzeldi. Çünkü gökyüzü, yukarıda olduğu için değil, karşılıksız olduğu için maviydi. Ve kız düşündü, belki de bazı insanlar çıkmayarak ulaşırdı kendilerine.

Bir kuş geçti üstünden. Uğramadı. Bir rüzgâr esti. Dokundu alnına. Bir yaprak düştü. Kaldı omzunda.

Ve o an,

içinden hiçbir şeyi zorlamadan, oldurmadan,

şu cümle geçti:

“Belki de yukarıda bir şey yoktu. Ama burada, olan her şey yeterdi.”

O cümleyle birlikte zihninde bir kapı açıldı. Küçük, paslı, kimsenin pek ilgilenmediği bir kapı. İçeri girdiğinde kendini hatırladı. Sekiz yaşında resim çizen hâlini. On iki yaşında otobüste camdan dışarı bakarken kurduğu hayalleri. On beşinde ilk kez hayır dediği hâlini. Ve en son, yirmilerinde sürekli tırmanan, her sabah eski benliğini merdivende unutan hâlini.

İçerisi sessizdi. Kimse onu alkışlamıyordu. Ama ilk kez gerçekten biri ona bakıyordu: Kendisi.

Ve o bakışta ne bir zafer, ne bir unvan, ne bir başarı vardı. Sadece varoluşun kırılgan ama onurlu kabulü.

O günden sonra, istemedikçe hiçbir şey yapmamak, onun için bir boşluk değil, bir karar oldu.

İnsanlar yukarı çıktıkça, o çiçek dikti. Kimi merdivenleri yamulttu, kimi merdivenleri şiire çevirdi. Sepetinde taş taşıyanlara bir gün su uzattı. Sonra bir gölge. En sonunda şunu fısıldadı:

“Taşı bırakmak, hafiflemek değil, hatırlamaktır. Hatırlamaktan da mı korkmuyorsun? Ya kim olduğunu hatırlarsan?”

Ve yavaş yavaş şehirde bir söylenti yayıldı:

“Bazıları çıkmamayı seçiyor.”

İlk başta kız da alay konusu oldu. Sonra merak. En sonunda sessizlik.

Çünkü bazen en büyük devrim, çıkmamakla başlardı.



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.