Kaç Nefesle Kalacaksın?
Temmuz 2, 2024
Bağlantılar
Ağustos 4, 2024

Geri, İleri, Geri

Su sesinin sakinleştirici bir etkisi var. Dalgaların ritimsiz kıyıya vuruşlarında, birinin gelirken birinin kıyıyı süpürerek geri çekilmesinde. O kumların bir savrulup bir birikmesinde. Suyun getirmesinde ve götürmesinde. Bir şekilde sonunda her şeyin dengelenmesinde.

Kıyı boyunca yürürken ayaklarımın kuma batışını seyrediyorum, kumu yoğuruşumu. Ayaklarımın da bu dengesiz ritim gibi kuma bir girip bir çıktığını. Önce sol, sonra sağ, sonra yine sol. Bazen bileklerime bazen dizlerime kadar yükselerek vuran dalgaları seyrediyorum. Ayaklarımın altında bir kum bir deniz kabuklarının kırıkları. Acıtsa da adımlarımın ilerlemeye devam edişini izliyorum: Önce sol, sonra sağ, sonra yine sol. Daha şimdiden başladığım noktadan çok uzaktayım gibi ama kumlar aynı. Dalgalar aynı. Adımlarım aynı.

Tüm bu tuhaf ritimler nerede kesişiyor diye düşünüyorum: Dalgalar, kumlar, rüzgâr, insanların kıyıdan denize uzanan bağrışmaları ve benim adımlarım. Tam aynı anda vuran davulların ritmi gibi denkleşmek için kaç sayıya daha ihtiyacımız var merak ediyorum. Saymaya dalgalardan başlamalı diyorum kendi kendime. Saymaya çalışıyorum; bir ileri bir geri, bir ileri bir geri. Dalgaları dümdüz sayamazsın sonuçta. Önce ileri, sonra geri, sonra yine ileri. Ve sonuçta tek bir dalga değil söz konusu olan, onlarca ve hatta yüzlerce birbirleriyle belki saniyelik farklarla asenkron dalgaların hepsini aynı anda saymaya çalışıyorum. Hatta bir süre fena gitmiyorum bu sayma işinde, ama unutuyorum bir yerden sonra saymaya kaçtan başladığımı. İçimden kızıyorum kendime. Saymanın kötü yanı da bu. Bir kez kaçırdınız mı elinizden; isterseniz on, isterseniz bin, isterseniz on bin fark etmez. Elinizde hep sıfır kalıyor. 

Bu sayma işi de suya düşünce kendime bulaşmaya başlıyorum. Şimdi de kendime kafamı kaldırmam gerektiğini söylüyorum; o kadar denize geldin, neden kumu izliyorsun diye kızıyorum. Sanki denize gidildiğinde denizi izlememek suçmuş gibi, sanki ayıpmış gibi. Kimin koyduğu belli olmayan kurallarda bugün! Bak; sağında ucu olmayan bir deniz, solunda güzel tepeler, yeşili bin parça. Sense saçmasapan bir şekilde dalgalara, adımlarına, kuma bakıyorsun diyorum içimden. Salak. Ama nafile! Kafamı kaldırmak için harcamak zorunda olduğum enerjiye şaşırıp bırakıyorum. Neredeyse bakışım bana karşı geliyor gibi, bakışım da yerçekimine tabiymiş gibi. Adım atmanın ve her adımda ya ayağımın üstünden ya da altından geçen suyun etkisine kapılmamak elde değil. Eskiden denize hayran olan yanımı bir yerde düşürmüşüm gibi, bu gelgitlerin içinden bakışlarımı çıkaramıyorum. Biraz şaşkın biraz memnun, durup ayak parmaklarımı gömüyorum kuma, biraz da böyle oynuyorum suyla. 

Neden sonra; beni sıyırarak yanımdan koşup denizin, resmen zıplayarak, üstüne atlayan küçük bir kızın çığlığı yankılanıyor suyun üstünde. O keyifle debelenirken tüm bu ritmin ve tuhaf huzurun yırtılmasını izliyorum. İlk başta, dalgaların bozulmasını. Ama sonra suyun, bu bozuk formunda da kıyıya vurmaya devam etmesini. Kızla hiç alakası olmayışını. Su yine kendi hâlinde, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Bir süre sonra kendime kızmayı da bırakıyorum: Canım adımlarımı izlemek istiyorsa öyle olsun! Bırak bari rahatlıkla aylaklık edeyim diyorum kendi kendime. Salış o salış, kaptırıp gitmişim koyun en ucuna kadar. Ben, ayaklarım, beni ezen ve benim ezildiğim dalgalar… Arada şapkamı rüzgar alıp götürmesin diye tutmaktan başka hiçbir şey yapmadan geçen dakikalarda, “sadece yeri izleyen o kız”ı oluyorum kumsalın.

Yürürken arada bakışlarımın kaydığı yandaki fonda, sanki aynı insanlar bir süre sonra tekrar ediyor gibi geliyor. Dalgaların foşurtusu altında hepsi aynı karikatürist tarafından çizilmiş gibi. Mesela çocuklarını kıyıdan izleyen annelerin hep aynı, yarı endişeli yarı keyifli bakışları. Kucaklarındaki küçük çocuklarıyla kıyıya yakın yerde suda oynayan babaların aceleci hevesi. Ailelerin belki de kısacık tatillerinde geldikleri için suyunu sıkarcasına kumsalda eğlenmeye çalışması ya da yazlıklarında otururken sahile artık her gün gelmekten sıkılanların yarı bıkkın bakışları.

İzlemeye devam edersem karşıma diğerleri çıkmaya devam ediyor. Ben de izliyorum. Çiftler, bel hizalarına kadar suya girmişken birinin diğerini ıslatmaya çalışması ve öbürünün hep aynı onaylamaz bakışları. Sonunda herkesin ıslanacağını bildikleri, sonu belli olan ama yine de oynanması adetten olan o çekişme. Ya da havluları üzerine uzanmış ve yarı doğrulmuş halde birbirlerine değil denize bakarak sohbet eden karı kocalar. Kim bilir neyi dert etmişler, konuşurlarken bile kafaları bambaşka yerlerde olan “yetişkin”ler.

Ve kumdan kaleler: Kıyıya vuran dalgaların şüphesiz yıkacağı, yine de mülkiyetle zehirlenmiş insanlığımızı bulaştırdığımız kumdan ya çukurlar ya da kaleler. Gerçekten de neden kumdan kaleler inşa etmeye bu kadar hevesliyiz bilmiyorum. Ya yerin dibine doğru ya da gökyüzüne, fark etmez. İçimizdeki bu tuhaf yapma-etme ve sonra da “benim”lik yaratma ihtiyacı. Ve asla şaşmaz: Açtıkları çukurlara çocuklarını koyar büyükler, işte şimdi oldu dercesine geri çekilip anlamsız eserine bakarlar. Komik. O saçma kumdan hendekle, denizin kendisiyle kısa süre sonra yıkılacak olan o sanatlarıyla gurur duyarlar.

Sonra içlerinden birini kuma gömmeye çalışan gençler grubu var. Evet, büyüklü küçüklü gençlerden oluşan gruplar. Tüm hareketlerinin ve söylediklerinin izlendiğinin farkında, yine de umursamaz tavırlarını takıp takıştırırlar. En umursamaz olan oyunu kazanır, yani yalnızca birkaç şanslı azınlıktır bunlar. O umursamazlık yarışması kazananlarına bakın! Diğerleri ise leş sinekleri gibi bunların etrafına toplanır. Ve o kazananların ilgisine kısa süreliğine özne olmak adına ne maskaralıklar yaşanır… Ama belki biraz daha geride, daha küçük bir grupsa tüm bu güç savaşlarından habersiz, kumsalda sadece birbirini kovalar ve gülerek şakalaşır. Biri diğerini devirir ve tüm havlular kuma bulanır. Kimse temizlemeye de yeltenmez, kısa süre sonra başka bir boğuşma vesilesi ile biraz daha batar etraf. Gülerler ve güneş yansır yanaklarından. Yarım yamalak güneş kremi sürülmüş yüzlerini sıyırır ışık. Tüm konuşmalar biraz deniz, biraz parmak arası terlik ve bolca gevşeklik içerir. Genç olmak yaşla değil tam olarak bu kadar “anda olmak”la ilgili olsa gerek.

Ve her yere serpilmiş gibi çocuklar; koşuyor, kazıyor, birbirini kovalıyor ve bağırıyorlar. Nedense hepsi birbirine benzeyen, dünyaları henüz kendileri kadar olan küçük insancıklar. Kimsenin itiraf edemeyeceği ama yine de içten içe katılacağı bir düşünce olarak, tüm o aptallıklarıyla sinir bozucular. O çığlıklar ve dokunulmazlıklarının farkında şımarıklıkları.

Sonra başa dönüyoruz: Anneler, babaların aceleci hevesi, çiftler, kumdan çukurlar ve kaleler, gençler, gruplar ve her yerde çocuklar.

Ben yürümeye devam ediyorum, dalgalar da benimle. Baştan saymaya başlıyorum: ileri, geri, ileri… Hayatımı düşünüyorum; ne kadar kaçmaya çalışırsam çalışayım hayatın sürekli, üstüme koşan o küçük kız gibi yarı bilinçli yarı bilinçsiz hâlde, bana doğru çığlık çığlığa koşmasını. Ve şans bu ya, hiçbir seferinde beni ıskalamamasını! Benim başlarda yere kapaklanıp şaşkınlığımı bile anlamlandıramayışımı. Sonra da kalkacak gücü bulamayışlarımı hatırlıyorum. Belki de güçten çok kalkacak nedeni. Ama zamanla, her seferinde düşsem de kalkıp yürümeye devam edişimi düşünüyorum. Ellerim kum, şortumdan sular damlarken ve tişörtüm üstüme yapışmışken, başım aşağıda, sakince adımlarımı izlemeye devam ederek yürüyüşümü. Her seferinde daha bir inatla, her seferinde daha bir tepkisizleşerek. Ve belki de artık denize bakmayı bilinçli olarak reddederek. Ağlasam da kafam eğik, gözyaşlarım dalgaların gelgitlerini ıskalarken öylece yürümeye devam ettiğimi düşünüyorum. Belki neden yürümeye başladığımı hatırlarım umuduyla adım atmaya devam ettiğimi. Çok uzun zamandır başımı eğdiğimi.

Bilmiyorum, belki de hepsi yanlış saydığımdandır. Belki de geri, ileri ve sonra geri diye saymaya başlasam bunların hiçbiri olmazdı. Bundan sonrası için ise… Belki de adımlarımı izlemeyi bırakmalıyım artık, korksam ve istemesem de kafamı kaldırmalıyım. Nereden yola çıktığımı ve nereye doğru gittiğimi görme zamanım gelmiş olabilir, kim bilir.

Belki de ilk defa kıyı şeridini takip etmek yerine istediğim yere giden adımlarımı izlemem gerekiyordur. İlk defa kendim seçerek, ilk defa kendimi seçerek.



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.