Buradan gittiğinde şarkıların, anlamını yitirdi
-ki şarkılar, içerisinde saklar dinlenildiği zamanın hatıralarını-
Orada, orada yaşadıklarınla, bağdaşmadı notalar.
Çıkarttığı o tınılar, o anın parçasıydı. Oradaydın, buradan gitmiştin.
Çatışmanın ortasında kalan yine sendin.
Dönerken dinlediğin şarkılar, buraya ait değildi.
Sendin ait olan oraya.
Ben şehrime kavuştuğumda,
Kalbimin orada olması işte asıl önemli eden o şehri, geçmişim buradayken hiçbir safi tesiri yok buradaki bedeni!
“Ulu saçlı meşe ağacı! Saçlarım senin dallarındaki yapraklara özeniyor.”
Sanki bütün zihnimde bir böcek gibi binlerce ayağı ile geziniyor bu arzu. Ah, nasıl da gerçek bu! Geziniyor ve tatlı bir tortu bırakıyor gerisinde. Kalbime dokunuyor, kalbimin ses etmesinin beraberinde gelen bu arzuların -neye duyulduğu belirsiz bu arzuların- bana saçlı meşeyi hatırlatıyor olmasına şaşıyorum. Ne güzel isim bir ağaç için… Hoş bir his uyandırıyor insanın içinde. Hatta öyle bir his ki güneş solumu yakıyor ama sağımda gölgenin serinliği var. İlkbaharın bir gününe götürebiliyor, kokusunu getiriyor baharın insanın burnuna. Sağa dönüyorum caddenin sonundan, şehrin keskin kokusu yüzüme çarpıyor. Bu şehrin insanları tanıdık gelmiyor bana. İçim almıyor buralıların adetlerini, konuşma tarzlarını; söylem ve ağızları bana yapmacık geliyor. Üstelik kokusu da bir ağır buranın havasının, sanki tüm şehir aynı anda sigara içiyormuş da dumanını içine çekiyor gibiyim, hani evin perdelerine siner kokular, burada da kaldırımlara sinmiş gibi insanın sokağın penceresini açası geliyor. Sessiz adımlar atmaya çalışan bir çift geçiyor sağımdan. Kadının saçları biraz bakımsız gözüküyor, sürekli rengini değiştirdiği belli. Adam da kafasındaki bere ile kapamaya çalışmış dağınık saçlarını. Ellerini bir oyun gibi ilk kez keşfedercesine gezdiriyorlar birbirlerinin parmak eklemlerinde. İçim almıyor. Öyle uyumlu atıyorlar ki adımlarını, işte şimdi de buna şaşıyorum. Belli ki bulmuşlar uyumu; adımlarında bile, yan yana attıkları adımlarda bile. Birbirlerine ulaşmak için attıkları adımlarda bu kadar sakin olabilmişler miydi acaba? Hep sakin olabiliyorlar mıdır duygularında? Mesela o da öyleydi. Ben hiç değildim. Benim hislerim sadece ruhumu değil bedenimi de kasıp kavurur. Bu kötü huyun pek çok kez hoş bitmeyen ‘deneyim’ ile doldurmuş olması hafızamı, şu anki gibi el parmak uçlarımın karıncalanması ile başlıyor o eski resimde de. Şimdi de sağdaki kafenin kapısından içeri girdi o çift. Saçlı meşe, neredesin? Biraz ileride, parkta çocukların oynadığını gürültüden anlayabiliyorum. Çocukluğumda gizli gizli sahilin kenarındaki parka beraber kaçtığım arkadaşımın siması geliyor gözümün önüne. Kaldırım taşlarını oyuncak bebek yapardık… Sokakta olmak, sokakta oyun oynamak en büyük eğlencemizdi; gizlice yaptığımız bu kaçışın verdiği o tatmin olmuşluk küçük bir çocukken yeni bir oyuncağa eş değerdi. Biz kaldırım taşını oyuncak bebek yerine koyabilecek kadar mutluluk ile doluyduk. Denizin hemen kıyısında duran devasa taşların üstünden bir ona bir buna atlamak en büyük cesaret göstergesiydi o zaman. Bir keresinde o düşmüştü denize, bir keresinde ben ama yine de kaçmaya devam ettik her fırsatta o parka. Eve dönüşümde direkt banyoya girip bütün ıslak kıyafetlerimi gizemi bozulmaması gereken bir serüvenin kanıtları olduğuna inanırcasına kirli sepetinin derinliklerine gömüşüm hala hatırladıkça gülümsetir beni. Şimdi de gizemi bozulmasın diye yüzümde gömdüğüm duyguların ifadeleri gibi, ben hiç büyümedim ki! Sakladıklarım büyüdü. Orası şu an hatırladığım gibi benim için ‘memleketti.’ Mavi memleket.
Çocukların sesi bu yaşta rahatsız etmeye başladı bile beni, sanki kafamın içinde vuruyorlar futbol topuna, sanki salıncağın sallanırken çıkarttığı o tiz ses yankılandıkça çığlığa dönüşüyor zihnimde. Yaşlılar gibi kafam kaldırmıyor artık. Yaşlı hissetmeme kızar o, yanımdan uzaklaşır her seferinde bu mevzuyu açtığımda. O bilmezdi, uzaklaşsın diye yapardım bunu, bile bile açardım sevmediği konuları çünkü ben sıkılırdım her şeyden. Hiç sıkılmak istemedim ondan. O da benden sıkılmamak için uzaklaşırdı yanımdan. Bilirdi, yok olma gibi bir yeteneğe erişe-bilmişliğimi. Olduğu yerde yok olmanın aslında aklının başka bir yerde olmasından çok benliğinin -gerçekliğinin- o konumunu kabul etmemesi ile alakalı olduğunu düşünürüm. Bazen ne yazık ki sevdiğim insanların yanındayken bile benliğim kabullenmiyor, konumumun gerçekliğini. “Hayal dünyasında yaşıyorsun sen, düşüncelerin alelacele eviriliyor aklında, herkesin gözünden bakabilmen olaya… duraksıyor, bu kadar empati yeteneği fazla ama, en azından bana.” Ben inkâr etmiyorum, yanımda benim için oldukça kudretli duran o bedene dokunmak istedim. Belki de ilk kez bir insanın iç dünyasında değil de iç dünyasını surlar gibi çevreleyen bedeninin üzerinde dolaşmak, keşfe çıkmak istedim. Bilirdi benim bilinmezliğimi. Eğer onlar kadar iyi olsaydı matematiğim, düşüncelerimi daha iyi sınıflandırır; kafamda tarttığım olasılıkların edebiyatına düşmektense direkt sonuca varabilirdim kısa yoldan. O çift gibi sakin adımlar atabilirdim uyumlu olmayı seçerek. Ama bundan da sıkılabilirdim. Çocuk sesleri ile dolu o sokaktan çıktığımda bütün ihtişamıyla önümde duruyor, işte orada saçlı meşe. Kollarım sarar mı gövdesini? Sırtımı yaslıyorum ona. Dallarına sarılsam koala gibi asla yargılamaz. Bilinmezliğim umurunda değil, soru sormuyor, belki sadece merak edilmemek onun tarafından üzer beni. Bunu kabullenebilirim. O benden daha canlı ve genç…