Boşa giden zamana üzülerek geçen her anımız bir yastır gün içinde,
Çok ağır olan bir sürü yükü taşıyan o omuzlar, soyut acıların ağırlığına şaşar da durur.
Günleri bir ip gibi çekerken sen, gelecek neşenin umuduyla gerçeklerin siması yansır aynada umarsızca.
Kötümserliğe kapılan her bir umudun damarı tıkalıdır artık çöken o rehavetin arkadaşlığıyla.
Aynalardan kaçarken sen, sadece tayfından kaçarsın, senden kalan geriye görünenin olmayacak.
Hüzmenin içerisinden sıyrılıp biçimlenense gerçekliğin, yanarsın, kuşan karaları!
Dünyaya ait olma zorunluluğundan ortaya çıkmış, yabancılaşma dürtülerinin çırpınışıyla sen,
Kavramların kendindeki duruşunun zıtlığıyla, kazanacağına inanadur!
Bedenin içinde canlılığı, her gönenci besleyen, seni yaşatan o “ruh”.
“Ruh” diye ağıza sakız olan, sonu gelmez isteklerinin sana öğretilmiş çaresizliğiyle sen,
Nereye döndürürsen döndür kafanı, o ağacın ihtişamlı kolları altında ezil, büzül, unut!
Dünya bize ait olan, etkisi zail olan yardım çığlıklarıyla dolu; çınlatan dört bir yanı ziyan hayatlarla,
Hayatlarında birer boşluğun sancısı ile uykuya dalanlar,
Yürüdüğü kaldırımda, sanrılarıyla maziyi tartışanlar,
Yok olmanın rahatlatacağı kaçışa özlem duyanlar,
Her iç çekişte soluduğu havanın içinde küfür barındırdığının farkına varanlar,
Yaşamdan, odasına yansıyan güneş ışığından yararlanamayan bir bitkiymişçesine yeis olanlar,
Seni melankolik sanırlar, onları mutlu; o sanrılar senin hakikiyi arayışından, onların mutluluğu hakikatin yalanla dolduruluşu.
Kulağın çınlayıp duruyorsa bedendişlerin karşısında yapabileceği tek şeydir bu onun, başkaları konuşur, konuşur, konuşur da durur.
Sen durmayan aklın ile, onların sahteliklerinden bir tohum bul, can suyu olma cesareti gösterdiğin her an kulaklarını kurut, duyduklarını unut!
Körlüğün insandan çok insanın hislerindeki devinimleri görmekten kaçan bir düşüş olduğunu bilen sen, hislerin yok oluşa sürükleniyor zorla, kuşan karaları!
Adım attığın her yer seninle doluyor bak! Sensin her yeri dolaşan; elinden tutup da kattığın her zarafeti yansıtıyorsun aynana.
Bak, belki de sensindir kalbini görebilen ‘o’nların, suretini tartabilen ve yürüdüğü yolun acılarını göğüsleyebilen tek başına.
Zamanla habis duygulara dönüşecek güzellikleri beslemek niye?
Beslediğin güzelliklerin çürümesine izin vermek niye?
Çürüyeceğini bile bile o yoldaki çiçeklerin, melekleri beklemek niye?
Kurtuluşun önünde sana göz kırpıyorken şeytan ile didar olmak niye?
Işığını sadece taklit eden Ay’a içgüdülerini tasvip etme hakkını vermek niye?
Sen de bir kötümserin ruhuna ışık oldun, yoluna onun taşlarını aldın, koydun; taşları, senin taşların. O taşlar ki düşüyor senden, düşüyor ve acı sevginin yerini alıyor; karışıyor aklın, hislerin tartılıyor, ezilen yine ‘ruh’un oluyor…
Gönençlerden uzak diyarlarda, tınıların ruhundaki seyrinde esamesi okunmuyor ‘Aşk’ın. ‘Aşkı’nın değeri yok, kuşan karaları!
Her anın içinde yaşayan sen, o anın dışında dolaşan aklın, olmak istediği yer de kalan yüreğin.
Yüreğin, ah o yüreğin! Çığlıklar atarken aklın, sana karşı körlük etmekle meşgul.
“Sadakat” denilince bedene bakan gözlerin sahibi o ruhlar, hakiki sevgiden yoksun,
Gerçekliğine canını vereceği cümleleri kurmaktan değil, gerçeklik büyüsü ile süslenmiş ifadeleri için onlara yaptırım uygulayacak vicdandan yoksun!
Dünya bir savaşa sürüklenirken, sular çekilirken yataklarından; o savaş ki seni tamamen ayırıyorken bu dünyanın zamanından,
Seninle son kez dans edebilecek birine ihtiyacın var; akıp senin ruhunla, geçmişin içinde geleceği yaşayacak.
Bu dünyanın gidişatıysa seni yoran; sanrılarından bir an önce kurtul, uzun ama boş latifelere kan; mutlu sanılanların yerine geç yasından kurtul!
Kurtulmanın karşılığında ne buluyorsa aklın ne duyuyorsa kalbin, hislerin nereye götürüyorsa seni, o yola koyul!
Unutma, göz kapakların örttüğünde günü, sana seyrini sunduğu her şey zihninin, gerçekleşecek, kuşan zaferi!