Geçmişe Dönüş (Analog Fotoğrafçılığı)
Mayıs 3, 2020
Varsaymanın Laneti Üzerine – Öznel Bir Başarı Tanımı
Mayıs 3, 2020

Mandalinaca

Amfide galiba 80 öğrenciyle birlikte dersteydim. Eğitim bilimleri. Dil öğretmenliği okuyorum; dersin ismini söylerken ki sesimin titremesini, benim gibi dil öğretmenliği okuyanlar anlar. En arkalarda yukarılarda bir yerdeydim. Kulaklıklarımı takmış müzik dinliyor, bir yandan da resim çiziyordum. Takla atamıyordum ama resim çizebiliyordum. Heyhat! En arkalarda bir yerlerdeydim ama dersteydim. Derslik kapısından girdiğim zaman yaşadığım yer beni, o dersi öğrenmiş sayıyor.

Okuldan mahalleye dönerken Kâmil Amca ile birçok gün karşılaşır aynı senaryoları ete kemiğe büründürürüz; bizim mahallenin muhtarıdır kendisi. “Okul nasıl?” diye soruyor. “İyi Kâmil Amca, sizinkiler nasıl asıl?” şeklinde göğsümde yumuşatıyorum. Ve gol geliyor: “İyi oğlum iyi. Aman okuyun bak, el etek öpmeyin.”

El etek öpmeyin demesi kolay da bilmez Kâmil Amca, bizim okulda el etek öpmeden mezun etmiyorlar adamı. Öpmeyi bırak, etekleri zil çaldırmak gerekiyor. Yine de olmadığı oluyor. Odasına bir konu danışmak üzere girdiğimde laf arasında “Atatürkçü olduğun için geçemeyeceksin bu dersten.” dedi misal bir eğitmenim. Ağzımı açmadım, çıktım o odadan.

En baba yalanım buydu benim hayatımda, o dersi öğrenmiş gibi bir role bürünüp bizim mahalleden içeri adım atmak. Daha büyüğünü sanırım söylemedim henüz.

Aaa… Küçükken annem her işe gittiğinde abimle birlikte evde basketbol oynardık. Kapıdan tavana kadar olan küçük kısım pota olurdu, benim küçük futbol toplarımdan birini alıp sürekli baş başa maç yapardık. Baş baba değil, bire bir. Biz anlamazdık ama ev teke gibi kokarmış. Her eve geldiğinde annem, sorardı ne yaptığımızı evin salonunda. “Güreştik biraz, ondandır bu koku” derdik; basketbol oynadığımızı söyleyemezdik. Evde koşulmasından hoşlanmazdı annem. Çünkü alt katımızdaki yatalak teyzeye ses gitmesin isterdi. Açıklardı falan nedenini de o yaşta kimin umurunda olurdu ki… Hep fazla pimpirikli gelirdi annem. Herhalde o yüzden ben…

Deprem oldu. Çok şiddetli olmamasına karşın korkutucu bir şekilde sallandık. Korkutmayan sallantı nasıl oluyor onu henüz deneyimlemedim, boşuna sormayın. Hep birlikte binayı boşalttık. Tabi en arkada ben; deprem olurken öleyim de az hayır duası alayım, arkamdan ““Siz bu dünya için daha önemlisiniz buyurun.” diye önceliği bana verdi, enkaz altında kaldı. Ne iyi çocuktu halbuki.” desinler edasıyla yavaş yavaş çıktım binadan. Kulaklıklarım hala kulağımda, boş gördüğüm bir banka oturdum bahçenin binalara uzak bir kısmında. Elinde mandalinasını soyarken bana doğru yaklaşan kızı görünce çıkardım kulaklıklarımı. Oldukça naif ses tonuyla, üzerime Türk sinemasından replikler fırlatırcasına:

-Ne bu umursamaz tavırlar, sen mi yarattın sanki dünyayı?

Uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra cevapladım:

-Yaratanla konuştum, bir şey olmayacağını söyledi. Küçük heyecanlar yaşamaya gerek görmedim.

Mandalinanın üzerinden çıkardığı “Helin” etiketini alıp montumun koluna yapıştırdı. Bu sefer de o biraz sessiz kaldı, yine ben atladım:

-Umursarken hep mandalina mı yersin?

Gülümsedi.

En güzel ölüm şekillerinden biri olurdu herhalde kulaklarımda Gary Moore’un sesi çınlarken ölmek.



Paylaşmak Güzeldir: