Kendi kabullenmelerimizin dışına çıkacak olursak aslında bir olasılıklar dünyasında yaşadığımızı fark ederiz. Elinize bir kalem alıp yüksekten yere bıraktığınızda düşeceğini “biliyor” musunuz yoksa “var mı sayıyorsunuz”? Bir şeyi bilmek için deneyimlemek gerekir ama bilgi sizi hayatta tutma sözü vermez. Varsayımlarsa gerçek hayatta kelimenin tam anlamıyla hayat kurtarıcıdır, bu yüzden biz de elimizden geldiği kadar çok şeyi varsayarız. Ama birçok varsayımın, sistemlerin bu kadar karmaşıklaştığı günümüzde bazı yapıları daha da düğümledikleri düşüncesindeyim. Mesela başarı illüzyonunu ele alalım.
Başarı ve iyi bir hayatın “bireysel liyakat”e dayandığını düşünürüz. İçinde yaşadığımız dünya bize meritokrasiden, adaletten, çalışma ve emeğin başarı ile doğru orantılı olduğundan bahseder; başarının formülü çoğu zaman budur. Başarı istediğim alana ne kadar yatkınsam ve çalışırsam, mücadele edersem, bunun sonucunda da kazanırsam başarılı olmam doğal. Çok olağan bir düşünce zinciri. Peki gerçekten öyle mi? Dikkatli bakarsak, bu da küçüklüğümüzden beri içinde yetiştiğimiz neredeyse her çeşit eğitim ve gelişim sürecinin dayattığı bir varsayım. Bu zinciri, varsayımı bu kadar doğru kılan faktörlerin gerçekliğini ve aksiyom olarak kabul edip devam edebilirliğimizi sorguluyorum. Bana kalırsa bu belki de olanın tam tersidir ya da bu bağlantı bizim iterasyon arayan sürüngen beynimizin bir ürünü; ne olursa olsun, dünyada hiç çalışmadan bir yerlere gelen ve gece gündüz çalışarak bir şeyler kazanamayan insanlar sanılandan çok daha fazladır. Neden bu bağlantısızlık halini görmediğimizse, beynimizin oluşturduğu kurguların dışındaki negatif beslemelere dikkat etmektense kendi yankı odasında kalmaya daha yatkın olmasıyla kolayca açıklanabilir. Peki çalışmak değilse başarının sırrı ne? Belki de kişinin genetik mirası, kültürü, ailesi, çevresi, inançları, beslenme biçimi ve hatta yaşadığı iklim?
Büyük insanların hayatlarını incelediğinizde kırılmalar görürsünüz, olasılık ağacının yeni büyük bir dala ayrıldığını ve geride kalan yollarla bağların gittikçe daha da uzaklaştığını. Peki bu kırılmalara, o değerli karşılaşmalara bu kurguda hangi rolü vermeliyiz? Olasılık teorisi, yeterince uzun süre veya gerçekten çok deneme yapmanın her türlü olasılığı mümkün kıldığından bahseder. Elinizde her saniye birbirinden farklı milyonlarca insan varken de en düşük olasılıkların gerçekleşmesi mucizeden ziyade niceliksel bir çıktıdır sadece. Aslında olan o bazı insanların o sonsuz büyüklükteki olasılık denizinden istisnai bir tanesini tutturmuş olmalarıdır. İstisnai olan olasılıktır en temelde, insanlar değil.
Kimse doğuştan yetenekli ve şanslı da değildir. Kişi kendi şansını kendi de yaratmaz. Sadece sistem fark edilemeyecek küçüklükteki bir farkı alır ve kendi kaotik sisteminde o küçük farklılığa sahip olanla olmayan arasında bir uçurum yaratılmasına önayak olur, diğer bir deyişle kelebek etkisi yaşanır. Çünkü göreceli olarak çok az da olsa daha iyi olmak, başka bir deyişle çok az farklı olmak, fark edilmenize ve daha çok üstünüze düşülmesine sebep olur. Daha iyi okullara, daha iyi çevrelere ve “şans”lara sahip olursunuz. Ve bu domino etkisi siz daha iyi oldukça ve biraz daha iyi oldukça ivmelenir. İşin ilginç yanı, bu fark çoğunlukla siz tarafından bile yaratılmaz, bağlamınız -yaşadığınız zamandan sizin o anki halinize kadar dünyada olmuş ve olacak olan her şey kelebek etkisiyle bu bağlamı yaratır- buna olanak sağlar. Ama başarı peki, doğuştan şanslı olmak, yaşıtlarından daha iyi olmak? Aslında bahsedilen sadece o küçük farkın çığ etkisiyle büyümesidir, etki kişilerle alakalı değildir.
Çalışmak, daha iyi olduğumuza olan inanç peki, çalışıp elde ettiklerimiz? “Kalem yere düşer”. Çünkü varsayarız, çünkü varsaymak zorundayız. Hayatımızda sahip olabileceğimiz ve olamayacağımız şeylerin biz dışında sadece tesadüf ve olasılıklara bağlı olduğu fikrini ilkel beyinlerimiz işleyemez ve hatta kabul de etmez. Bize bunca ait olan bir konuda hiçbir etkimizi kontrol edememekle baş edemeyiz. Çünkü arada bir ilişki yoksa o sisteme nasıl etki edebileceğimizi seçmemiz de mümkün olmaz. Bana kalırsa gerçekte olan sadece “bir şeyler” yapıyor olduğumuz. Bunların nelere sebep olduğunu ise asla bilemiyor olacağız. Ancak bu durum, çabalarımızı daha değersiz kılmaz. Tam tersine tamamına bir anlam yükler; her bir davranış, düşünce ve rastlantı bir olasılık havuzu yaratır. Bu varoluşların aktüellerine gerçek hayatta tanık oluruz ve potansiyelleri bizim için bilinmezdir. Bence hem kendi dünyamızı hem de içinde yaşadığımız dünyayı bizim için daha iyi bir hale getirme olasılığına sahip olmak hiçbir şeye sahip olmamaktan iyidir. Böylece elimizdeki ihtimal sayısı sıfırdan farklı olur. İşte benim başarı tanımım, bu olasılıklara sahip olma cesaretini göstermektir, diğer bir deyişle mücadele etmek. Kazanıp kaybettiğimi ise kimse söyleyemez, varsayımlar bu konuda çoğunlukla işe yaramaz. Yüzyıllar sonra hatırlanan onlarca isim kendi zamanlarında başarısız sayılıyordu fakat mücadele etmediklerini kimse söyleyemez.
Aslında bu açıdan dünyada çok temelde 3 sınıftan insanla karşılaşırız: şansa sahip olmayanlar, şansa sahip olup çabalamayanlar ve şansa sahip olup mücadele edenler. Sistemin yücelttiği o farka sahip değilsen sistem seni zaten eler. Hikâye, şansa sahipsen de sana mutlu bir sonu garantilemez. O farka sahipsen o küçük farkı bulup sisteme verdikten sonra bununla ne yaptığınla hikâye sona erer. Şansa sahip olan herkes fırsat yaratamaz. Günün sonunda komünitenin başarı saydığı şeye giden formülün temel girdisi, şans değil şansın uğruna verdiğin mücadele ve onu fırsata dönüştürme potansiyelindir.