Veda’ha
Ekim 8, 2018
Şeytan Uykusu
Ekim 8, 2018

İçimde İntihar Korkusu Var

Samet Naci Güler (Konuk Yazar)


Herkesin uyuduğu, sahte bir ölümle kanlı bıçaklı olduğu bir vakitte, titreyen parmaklarımla eski bir piyanonun tozlu tuşlarının arasında dolaşıyorum. Parke zemine ayak tabanlarımın her temasında sanki yeryüzü gıcırdıyor, rahatsız oluyorum. Kimsenin olup olmadığını bilmediğim bu yerde birilerini rahatsız etmekten korkuyorum. Bir çocuksu heyecan ile tuşların hepsine tek parmağımla hızlıca basmak için sabırsız ve bir türlü ses çıkarmadan atılamayan adımlarla piyanonun başına gidiyorum. Derin bir nefes alıyorum. Çaresizce veriyorum. Göğüs kafesimle beraber alçalan omuzlarım sırtımı bir kambur gibi dışarı çıkarıyor. Yapamayacak olduğum kanısı gayet geniş olan odanın ortasına yuvarlanıyor. Gürültülerle yavaşlamasını izliyorum. Her salınımda yere daha büyük bir etkiyle değmesi kulaklarımı tırmalıyor. Oysa piyanoyu çalmış olsam bu denli ses çıkmazdı diye düşünüyorum. Biraz daha gidip ahşap barın demir ayaklığına dayanıp duruyor. Etrafı kolaçan ediyorum. Çıt çıkmıyor. Kahverengi ince burunlu ayakkabılarıma takılıyor gözüm. Saat kaç acaba? İşaret ve orta parmağım tuşların kenarından taşan çıkıntının üzerinde. Kafamı yukarı kaldırıyorum. Saçlarımı omuzlarımda hissediyorum. Kahverengi paltoma değdiklerinde çıkardıkları sesten tanıyorum onları.

Güneşli bir günde ellerimi iki yana açarak içinden geçtiğim tarlalardaki buğdayların hışırtıları gibi. İçimde yüzyıllık bir sıkıntı var. Kat kat giyinmiş olmama rağmen üşüyorum. Şömineden gelen odunların sesiyle irkiliyorum. Ne kadar zamandır burada olduğumu bilmiyorum ama on dakika dahi olsa bu ateşi fark etmem gerekirdi. Saat kaç acaba? Eski bir kitaptan aklıma kalan ve kitaptan çok daha eski olan bir an geliyor gözlerimin önüne. Ekmek çalan bir adamın sığınmak maksadıyla girdiği bir oteli hatırlıyorum. Ateşin yangın mavisi rengi ve hemen önündeki paspasa vuran sarı rengi hatıramı yeniden yaşatıyor bana. Ellerimi ovuşturuyorum. Yüzüme dokunuyor, sakallarımı hissediyorum. Ateşe doğru bir iki adım sürünüyorum. Bu kadar yeter! Yetmez deyip sol avucunu tutuyor ve tekrar kapatıyorum gözlerimi. Sihirli sözcükleri tekrarla. Neden öğrenmedim ki ben bu kelimeleri. Her defasında sana gelmekten sıkıldım. Olmaz! Öleceksin yoksa. Neyi istediğimi bildiği halde bunu sorması ne kadar gerekli ki? Başım iki elimin arasında. Dirseklerim dizlerimde. Ayakkabılarım hala kahverengi. Hava sıcak. Paltom üzerime. Saat kaç acaba? Beni dinle! Buraya gelmenin bir sebebi var. Tamı tamına dört hafta oluyor bugün bu saatte. Bunca şey yazıldı. Bunca şey konuşuldu. Ellerini bana ver. Hala ne istiyorsun? Ölmek isteyen biri için ne yazsan kaç para eder. Yaşamak bedava değil mi? Madem bunca senedir varsın yani kâinatta bir yer dolduruyorsun, ne demeye yok olmak istiyorsun. Tabi ki bu senin deyimin. Yoksa yok olmak ne denli gerçek. Konuşmaları kafamda yalnızca bir uğultu gibi. Saatime bakıyorum. Gözlüğüm yok. Dokunulmasından nefret ederim. Masanın üzerine götürmüş bir de. Kalkarsam peşimden gelir. Nemelazım sesini yükseltir. Azrail misin be adam. Diyerek sesimi yükselttim.  Tamam çok yanlış bir çıkış oldu. Karşımdakinin ilk defa yüzü asıldı. Uzun saçlı bir adam. Üç sene evvel sevdiğim kıza yazdığım bir şiiri tutuşturdu elime. Senin aşağı kıvrılırsa dudakların, yeryüzünde deprem olur. Nereden bulduğunu sormak istiyorum. Hala konuşuyor. Saat kaç acaba? Ben artık ben değilmişim gibi olduğundan beri beni herkes garip buluyor. Aslında baştan anlatılması gereken bir hikayem olduğu yazıyor boş duvarda. Belki elli saat geçti. İşin garibi saati bilmiyorum.

Azrail değilim ama ben de az can almadım. Hala elimde olduğunu hissettiğim sol elini boğazıma götürüyorum. Sıkıyor boğazımı. Uzaya çıkıyorum. Parmağımı şıklatıyorum. Tüm dünya ölümden kurtuluyor. Yeryüzü bana minnettar. Her an ölüp yeniden dirilmesi duruyor doğanın ve evrenin. Sonra bir anda ölüyor her şey. Kendimi aşağı bırakıyorum. Tutuğu boğazımı bırakıyor. Yolumu şaşırıp boşluğa düşüyorum. Ölememek bir ayrı ölüm gibi geliyor. Elime kalem ve kâğıt veriyor. Ya yazarsın ya ölürsün… Sen ilkokul çocuğuna 48’li pastel boya verdin be adam. Her rengine ayrı ayrı bakıyorum kutudakilerin. Sonra kalemi boğazıma götürüyorum. Ya ölürüm yahut öldürürsün. Hayıflanırcasına başını eğiyor. Nedenini bilmiyorum neden dolayı ne yaptığımın. Ben yazıyorum kâğıda. Beni buradan alın.

Ayaklarımın altından kayan çimenler beni ırmaklara oradan bambaşka diyarlara giden kuşlara götürüyor. Bana görünmek için göç etmeyen kuşlar onlar. Bir tanesi var ki aynı kardeşim. Yanına gitmek istiyorum. Bir peri kızı tutuyor elini. Kaçırırcasına kaçırıyor onu. Dağlar nefesimi kestikçe derin nefesler alıyorum. Saat hala meçhulken beyazlaşıyor görüntü. Gözlerim ovuşturmaktan kanıyor. Oysa bunun için yapılmıştır gözlükler. Ellerini sırtıma koyuyor. Ya bir parça ateş için titreyecek ve endişe içinde kıvranacaksın yahut üveyik olup uçacaksın. Karar senin. Bir elime kalemi tutuşturuyor. Diğerine urgan. Bir araba bekliyorum önüne atlamak için. O gelene dek bir vasiyet mektubu yazacağım. Ve hala saatin kaç olduğunu bilmiyorum.



Paylaşmak Güzeldir: