Biri kapıyı tıklatıyordu. Kuvvetlice vurmuyordu ama becerikli bir marangozun çivi çakması gibi sade bir tokluk ve ısrar vardı bu seste. Benim kalkıp açmamı talep ediyordu. Güçlü ve ısrarlı bir şekilde. O kişinin kapıyı dışarıdan açabilecek gücü vardı kuşkusuz. Ama kapı benim elimle içeriden açılmalıydı. Açtım. M’ydi.
Her salı akşamı tam 22.37’de (hiç sekmedi) kapımı tok sesli yumruklarıyla çalardı. Ben de açardım. Sonra içeriye girer camın önündeki berjere oturur ve susardı. Derin bir suskunluk. Suskunluk da değil aslında, sessizlik. Çünkü suskunluk huzur doludur bence. Onun derin sessizliği huzurdan uzaktı. Buna özgür iradesiyle kara verenlerin, davasını hiç konuşmayarak savunmayı seçenlerin sessizliği değildi. Bu, karanlık bir kuytuya sığınan, etrafındaki örtünün uçlarını kıvırıp bir bohça yapan ve onun içine gizlenen birinin sessizliğiydi. Nasıl, nerede, ne zaman tanıştık bilmiyorum. Ne zaman evime gelip sessizliğini paylaşıp gider oldu hiç bilmiyorum. Ya da biliyorum ama sizinle paylaşmıyorum. Çünkü zaten öykü okuyan herkes gece vakti birinin evine el feneriyle giriyor demektir. Bırakın bu da bana kalsın.
M’ye hiçbir zaman anlat demedim. Konuşmasını istemedim. Çünkü biliyordum ki anlatabilmek için anlatılanların olgunlaşmasını beklemek lazım. Anlatıyı zamansız anlatırsan dokusu bozulur. Ekşir. Ekşi elma misali karın ağrıtır. Vaktini bekleyeceksin. Bekledim de. Tek sorun o vaktin hiç gelemeyecek olması ve benim bunu bilmememdi. Ah ne yazık!
O sustu ben izledim. Yelkovan akrebe tur bindirdi. Pazartesi çarşambayı, salı perşembeyi kovaladı. M hiç konuşmadı. Ben aşık oldum.
O sustukça ben konuştum. Anlattıkça anlattım. Ona onu betimledim. Dedim ki sen bir gecekondu damısın, içine ağlıyorsun. Küfleneceksin. Aldırmadı. Sonra ona güzel bir yaşamın fragmanını sunmak istedim, birlikte yaşanacak güzel bir yaşamın fragmanı. Bunu yapmaya çalışırken hayatım gerilim filmine döndü. Ya da kalitesiz yönetmen elinden çıkmış, ağır işlenmiş bir aksiyon filmine. Pişman mıydım? Hayır.
Bizi göğe çıkaran, vadinin dibine düşüren, şaşkına döndüren, güzel hayaller gördürüp bazen ölüme götüren bu organ olmasa, yaşamlarımız büyük olasılıkla çok sıkıcı olurdu. Ya da bir envanter listesi olarak sona ererdi.
Sorduğunuzu duyar gibiyim, geç süslü lafları anam babam. Sonra ne oldu? Sonu ne sonu? Mutlu mu? Mutsuz mu? Arkadaşım siz de hep sonuç odaklısınız. Sonuç değil süreç önemli canlarım, süreç. Ama yine de söyleyeyim efenim, gürültülü patırtılı bir veda töreniyle değil de sessizce sıvışarak çıktı hayatımdan.
Bence siz benden bir daha öykü dinlemeyin. Çünkü en iyi öyküleri ölüler anlatır. Oysa ben sadece Didem Madak’ın dediği gibi:
Cennet’e gitmek istedim otostopla,
Cinnete kadardı tüm yollar oysa.