İtiraf edeyim, bir yazı dizisi hazırlamak isterdim. Bütünü yaratmanın keyfini arıyorum hayli zamandır; sanatı, bilimi, yaşamı ve dili bir potada eriteyim diyorum, zira bir mükemmele doğru çırpınmaktan daha keyifli bir meşgâle bulamadım. Lakin vaktim yok dostlar, inanır mısınız, oturmaya dahi kuvvet bulamıyorum şu son birkaç aydır. İşte bu yüzden müzik üzerine olacak bu yazım; ama anlatabildiğim kadar fazlasını anlatacağım, çünkü daha azı hiç birimizi memnun etmezdi.
Doğaçlama üzerine bir ders alıyorum bu aralar; herkesin piyanist veya gitarist olduğu bir ortama sırtımda ney ve curayla gidiyorum, hey deli gönül. Darbukacı gibi hissediyorum kimi zaman kendimi, öylesine aykırı ki sergilediğim müzik bazen kulağa perküsyon gibi geliyor. Lakin bulunduğum ortamın Klasik Türk Müziği temsilcisi olmak, kulağa geldiği kadar absürt bir tecrübe değil: Bizim işe “modal music” dendiğini öğrendim yaban ellerde ve bazı hususları benden daha iyi kavrıyorlar, itirafımdır. Ancak asıl şaşırdığım -işin teori kısmından ziyade- yaptığım o acınası müziği sevmeleriydi, belirtmek gerek ki bir sazın klasik müzik aletlerine girizgah yaptığı daha önce görülmemiştir!
Bu son meseleyi baştan savma geçmek olmaz, zira bir miktar üzerinde düşünmelik bir konudur: Müziğin -hangi teori ile ifade edildiğinden bağımsız olarak- kulağa güzel gelmesi bir fenomen olarak hayli dikkate değer. Hatta daha ileri gidersek, bu hâl “müzik teorisi” kavramının kaba bir modelden ibaret olduğuna en bariz kanıttır (ne büyük bir laf ettiğimi biliyorum, buraya kadar okuduysanız bana güvenin). Müzik teorisi müziği bir araç olarak genişletemez, sadece var olanı elindeki imkanlarla anlatmaya çalışır. Hakikaten, ne kadar bilimle bulandığı da değiştiremez müziğin sanat olduğunu, zira her sanat özü gereği zaman-üstü mantıktan daha fazlasıdır.
Yalnız dikkatinizi rica ederim: Bu sanatın “tanrısal” yapısından kaynaklı değildir. İnsanoğlunun zamanla değişen zevklerine dayanır sadece, ne de olsa en istisnai sanat bile insanı tatmin etmek için vardır ve insan dediğinin imzası değişimdir, her geçen anda daha güzel bir dengeye ulaşır ve eski, ne yazık ki nostaljiden fazlası olamaz.
Gereksiz şiirsellik içerisinde yüzen bu paragrafları başarıyla aştıysanız, yazının hitap ettiği anlam evreninin git gide genişlediğini fark etmişsinizdir. İnsan kaynaklı meselelerden bahsediyorum aslında, ki bu devamı bir hayli engin bir üst başlık. Bu insan kaynaklı işlerin de -insanın değişimini bir nebze lineer modellediğiniz zaman- tarih süresince benzer şekillerde geliştiğini görmek işten bile değil. Ve bunu gördüğümüzde, şu beyan da bariz olur: Her kavram zaman etkisiyle değişir ve bu değişimi bir mantığa oturtabilirseniz, gelecek aynıyla vakidir!
Hep beylik laflar bunlar, biliyorum, ama bu kısa ve karışık metnin gidişatı spontane belirlenmedi: İlk paragrafta bir rüya gibi betimlediğim mükemmellik hevesinin temelsiz bir hayalden ibaret olmadığına ikna etmeye çalışıyordum sizleri (ve kendimi). Heyhat, bu iş beni daha az hayalci kılmadı.