Zümrüdüanka’da uzun süredir uygulanagelen bir kural var:
Düzyazıların 250, şiirlerin ise 80 kelimeyi aşkın olması… Bu bazen aşılması zor bir engel oluyor mudur, yazarları veya ilk kez yazmak isteyecekleri caydırıyor mudur diye bir süredir düşünüyorum. Sonra vazgeçiyorum, bir davette kıyafet kodu varsa davete katılmak isteyenler de içinde bunalmış hissedeceklerse bile o kravatı takmalıdır diye kendime telkinde bulunuyorum ve 250 kelimeyi geçmek için klavyenin başına geçiyorum:
Bugünkü yazımın konusu somon balıkları olacak. Yaşamlarıyla insanlara çok şey anlattığına inandığım somon balıkları… Onlar, tatlı sularda dünyaya gelirler. Akıntısı ve derinliği düşük, çakıllı zeminlere sahip dere yataklarında erkek balıkların dişilerin bıraktığı binlerce yumurtayı döllemeleriyle hayat hikâyeleri başlar. Yaklaşık 2 ay içinde yumurtadan çıkan yavrulara “alevin” adı verilir. Bu yavrular bir keseyle dünyaya gelirler ve çakıllar arasında saklandıkları birkaç hafta boyunca bu keseden beslenirler. Kesedeki besin bittiğinde yavru balık da yüzme yetisini kazanmış olur ve mikroorganizmalarla beslenmeye başlar.
Yavru evrelerinde hâlen tatlı suda yaşayan somonlar, smoltifikasyon adı verilen bir süreç sonunda başkalaşım geçirirler ve tuzlu suya uyum sağlarlar. Bu süreçte gümüşî bir renge bürünürken hormonal mekanizmalarında da değişiklikler meydana gelir. Bu evre gerçekleştiğinde açık denizlere gidebilir hâle gelirler.
Tuzlu sulara ulaşan somon 1 ila 5 yıl arasında farklı denizlerde yaşar ve nihayet yumurtlamak için tatlı sulara geri döner.
Buraya kadar herhangi bir canlının hayat hikâyesinden bahsettim aslında; doğar, büyür, başkalaşım geçirir, habitat değiştirir ve üreme evresine ulaşır. Ama somonların hikâyesini biricik kılan çeşitli unsurlar var.
Öncelikle somonlar semelparitiktir, yani yaşamlarında yalnızca bir kez üreyebilirler. Gözlerini dünyaya tatlı suda açan alevinler ebeveynlerinden yoksundurlar, hatta belki bu yüzden keseyle doğarlar çünkü onları koruyacak veya besleyecek bir yetişkin çoktan ölmüştür. Aslında dolaylı olarak ebeveynlerinin getirdikleri biyolojik zenginlik ile beslenirler de diyebiliriz. Çünkü üreyen dişi ve erkek balıkların ölülerini yani bir sonraki neslin ebeveynlerini mikroorganizmalar ve kurtçuklar yer. Henüz denize hazır olmayan genç balıklar ise bu mikroorganizmalar ve kurtçuklarla beslenir.
Daha sonra gelişen ve artık tatlı su için büyük olan somon değişmeye başlar. Ona tatlı suda fayda sağlayan özelliklerinin artık işe yaramayacağını içgüdüsel olarak bilerek ‘terk eder’.
Bu başkalaşım veya smoltifikasyon sonucunda somonlar açık denizlere hazır hâle gelir. Burada avcı tehlikesine göğüs germeleri gerekse de daha büyük bir vücuda sahip olmanın ve tatlı suda bulunamayacak besin zenginliğine kavuşmanın tek imkânı bu dönüşümden geçmektir.
Artık açık denizler için yaşlandığını hissettiğinde ise gençlik günlerinde içerisinde yaşarken yolunu “ezberlediği” anavatanına döner ve hayata tam başladığı yerde can verir.
Hayvanlar aleminde insanların bulduğu birçok felsefi/ideolojik görüşle karşılaşabiliyor olmak çok keyif veriyor bana. Somonların hayat döngüsünü düşündüğümde aklıma Kierkegaard ve Seneca geliyor.
Kierkegaard geliyor çünkü somonlar doğdukları tatlı suda kalmak yerine endişe verici okyanusu seçerler. Bu içgüdüsel hareket, Ya/Ya da sorusuna daha riskli olan ihtimalle yanıt vermeyi, titremeye rağmen cesur olmayı anımsatır.
Aklıma Seneca geliyor çünkü, olgunlaşmak için denizlere açılan bir somon, sonunda doğduğu yere döner. Ancak bu bir sıla yolculuğu değildir. Bu seferin sonunda somon bedenini ve taşıdıklarını yetiştiği ve belki de borçlu olduğu ekosistemine sunar. Böylece ardından gelenlere yaşam perdesini açar. Tam bu noktada Seneca’nın çarpıcı sözü anlam kazanır:
“Omnis vita servitus est”
(Tüm yaşam bir hizmetkârlıktır.)