Sizinle duyularımızın birbirine fısıldadığı gizli bir dil paylaşacağım. Bu dilin adı sinestezi. Bilir misiniz? TDK Sözlük tarafından “duyum ikiliği” olarak ifade edilen bir kavram. Kimisine göre bu, bir hastalığın sonucu. Kimisine göre ise bir algılayış mertebesi. Bazılarına göre tarihin zeki veya olağan dışı sanatçılarına bahşedilmiş bir özellik. Neredeyse hepimiz duyularımızın bize sunduklarını sınırları dâhilinde algılamaya alışığız. Fakat içimizden birileri melodilerin tadını ya da renklerin kokusunu hissedebiliyor olabilir. Eğer bir duyu, aynı anda başka duyuları da tetikleyebiliyorsa buna sinestezi diyoruz.
Çabucak söyleyeyim: Bende sinestezi yok. Olan birini de tanımıyorum. Uzaktan bakıldığında güzel duran bir nörolojik rahatsızlık olduğunu düşünüyorum. Ancak hepimizin doğru koşul ve algıda bu durumu deneyimlemeye biraz yakın olabileceğine de inanıyorum. Çünkü eminim krem rengini gördüğümde biraz vanilya tadı almak, sakin melodiler duymak ve samimi hissetmek sadece bana özgü değildir. Bir rengin geçmiş anılardan duyuları çağırabilmesi, bence birçoğumuzun anlayacağı bir fenomendir. Bu yazıda renkleri özgürce keşfetmek ve onları farklı duyularla birleştirmek istiyorum. Örneğin umut kavramına spesifik bir açıdan birlikte bakalım. Hayatta algılayabildiklerimiz ve algılayamadıklarımız üzerinden “iyi” olanı hepimiz farklı görebiliyoruz. Doğrularımız kişiden kişiye ve zamandan zamana değişebiliyor. Peki ortak bir iyiyi bulabilmek ne kadar mümkün? Buna dair bir umudumuz olsa hangi renkleri görür ve neler hissederdik?
Paylaşabileceğimiz bir iyiyi bulmak ve buna dair umut hissetmek için topluma bakmamız gerekiyor. İçine doğduğumuz kültürü, farklılıklarımızla varolmanın zenginliğini ve akılcı fikirlerle inşa edebileceğimiz güzellikleri anladığımızda kendimiz için bir yer bulabiliyoruz. Şu sıralar bana ve sevdiğim insanlara ait bir yer var mı diye bakıyorum. Sonra sarıya çalan bir ses duyuyorum. Sanki herkes sarı bir tonda konuşuyor. Sarının o büyüleyici canlılığıyla uyaran anlamı iç içe girmiş gibi. Kırmızıya mı yoksa yeşile mi doğru hareket etsem diye bir trafik lambası gibi titreşiyor. Bu titreşimin devam ettiğini hissettikçe ekşi bir koku almaya başlıyorum.
Sarıyı böylesine duyumsarken biraz geriliyorum. Soğuk bir su içiyorum. Ferahladıkça mavi geliyor aklıma. Görmek için gökyüzüne bakıyorum. İçimden, “Mavinin dinginliği ve bilgeliği sadece gökyüzüne ait olmamalı” diyorum. İnsanların kırmızı, sarı veya yeşil konuşması fark etmeksizin hepsini mavi duyabilmeliyim diyorum. Su içmek kadar basit ve erişilebilir olsa keşke şu mavi renk… Birbirimizi dinlemek ve anlamak da maviyi yaşamak kadar sade olsa… Belki bu sayede hepimiz bulutlar gibi özgür hissetmenin ne demek olduğunu anlayabiliriz. Bazen insan yaşadığından emin olmadığı hislere de özlem duyabiliyor. Buradan anlıyorum ki ben maviyi özlüyorum. Hatta onu duymayı istiyorum.
Toplum insan için bir ihtiyaç olabilir. Maalesef benim için aynı zamanda bir o kadar yorucu. Yorulduğumda biraz dinlenmek ve kenara çekilmek istiyorum. Bir süreliğine de olsa sakin bir müzik açayım diye içimden tekrarlıyorum. Tekrar dönmek üzere enerjimi toplamalı ve ayağa kalkmalıyım diyorum. Önce yeşil bir zeytin ağacının altına oturuyorum. Zeytinyağına damlatılmış nar ekşisi ve üzerine kekik serpilmiş bir sosa ekmek bandırdığımı hissediyorum. Ayağa kalktığımda grileşmiş üstümü görüyorum. Ellerimle kıyafetlerimi çırparak beyaz bulutlara benzemeye çalışıyorum. Çocuk aklıyla kirlenmiş olmalıyım. Bu hareketimle hâlâ daha beyaz ve temiz kokabileceğime inanıyorum. Oysa ne gri kötü bir renk ne de temiz olmak o kadar kolay. Üstelik grinin de kendine göre bir tadı ve nemi var. Bereket için yağmaya hazır bulutlar gibi.
Sarının sakinleşmesine, mavinin aramızda dolaşmasına ve iyilik hali için krem rengi umuda her zaman ihtiyacımız olacak. Ben krem diyorum ama umudun rengini insanlara sorduğumda herkesten farklı yanıtlar alıyorum. Güneşin doğuşundaki turunçgiller ailesi, ağaçların yeşil hışırtısı ve deniz mavisinin o tuzlu kokusu… Öyle ya da böyle, hepimizin iyiye dair umutlu bir rengi var. Biraz zihnimi zorlamaya karar verip hayal etmeye çalışıyorum.
Önce bireysel bir sahne görüyorum:
Zeytin ağaçlarının arasında yürürken yaprakların fısıltısını duyuyorum. Her adımda biraz daha yeşil kokuyor hava. Yanımda yürüyen gri filin sessizliği sıcak ve huzurlu. Ardından beyaz bir kutup ayısının yumuşak tüyleri arasına parmaklarımı geçirir gibi bir his… Soğuk ve huzurlu. Bu üç rengin birleşimi benim umudumu besliyor.
Sonra topluma geri dönecek kadar canlanmış hissediyorum. Bir başka sahne görüyorum:
Loş ışıklı petrol yeşili bir kütüphanedeyim. Ahşap rafların arasında parmak uçlarımın değdiği indigo kitapların dokusunda kayboluyorum. Krem rengi sayfaları çevirdikçe buram buram huzur kokusu geliyor. Vanilya gibi tatlı ve bilge bir aroma yükseliyor sayfalardan. Her harf, zihnimde sakin bir piyanonun melodisine dönüşüyor. Bilgi, akıl ve erdem lazım umutlarımızın yeşermesi için.
Zihnim yumuşuyor. Sayfalarda buluyorum o zamansız huzuru. Galiba umudun rengi krem. Bazı soruları bırakmak istiyorum.
Seslerimiz sarının ekşi tonundan uzaklaşıp maviye, yeşile doğru yumuşar mı bir gün? Bir kahkahanın tadı biraz tarçına, biraz bala benzeyebilir mi? Sarıldığımızda kulağımıza nasıl bir melodi fısıldar hayat? Umudun rengi büyükler için farklı, gençler için farklı olsa da birbirimizi anlamak için bir ressamın renk paleti gibi yan yana duramaz mıyız? Duyularımızın birbirini tetiklemesi için doğuştan gelen bir yeteneğe değil, birbirimizin hikayelerine dokunarak biriktirdiğimiz ortak anılara ihtiyacımız var belki de.