Zamanın Ötesinde
Şubat 4, 2025
Dünya Sinemasından Bir Rüya Geldi Geçti: David Lynch’e Veda
Şubat 4, 2025

Yıllık Film Değerlendirmesi 2024

Merhaba kıymetli okurlar, bu yazıda benim için gelenekselleşmiş olan “yıllık film değerlendirmesi”ni yapıyor olacağım. Gelenekselleşmiş diyorum çünkü son 3 yıldır İnstagram hesabımda yakın arkadaşlarıma hikayelerde hazırladığım bir içerikti. Bu yıl ise burada yazıyor olma sebebim hikayelere nazaran daha kalıcı ve sistemli bir yapıda sunabilmeme yardımcı oluyor olması.  Her yıl o yıl içerisinde izlediğim birkaç filmi seçip onlar hakkındaki yorumlarımdan bahsediyorum. Filmleri seçerken ise 2 kıstasım var: İlki az önce söylediğim gibi geride bıraktığım yıl içinde izlemiş olmam diğeri ise daha az bilinen, başka yerlerde karşınıza çok da çıkmayacağını düşündüğüm filmler olmaları. Bu yıl sizler için bahsettiğim kriterlere uyan 5 film seçtim. Bu filmleri değerlendirirken mümkün olduğunca spoilerdan kaçınacağım ki eğer filmlerden biri hoşunuza giderse yazıdan sonra rahatça izleyebilin.

 

İlk filmimiz Man From Earth. Filmimizin hikayesi kırsalda bir evde yaşayan üniversite profesörü karakterimiz John Oldman’ın 10 yıldır profesörlük yaptığı üniversiteden ayrılma kararıyla başlıyor. John ayrılacağı ve başka bir şehre taşınacağı için son akşamında birkaç profesör arkadaşı onu uğurlamak için evine ziyarete geliyor. Kendisine ısrarla neden taşınacağını soran arkadaşlarına cevap vermemekte diretse de bir noktada pes ediyor ve gerçeği anlatmaya başlıyor. Gerçek ise John’un bin yıllardır yaşayan ölümsüz bir kromagnon – ilk insan türlerinden biri- olması. Arkadaşları tabi ki bu duruma inanmayıp yalan söylediğini düşünüyorlar. Devam eden süreçte de John onlara binlerce yıllık yaşamını ve hatta rol aldığı, bizim de bildiğimiz bazı tarihi olayları eleştirel ve farklı bir açıdan anlatıyor. Arkadaşları inanmakta güçlü çekseler de hatta hikayesindeki eksikleri bulup onunla tartışsalar da bir noktada hikayeyi dinlemeye ve anlamaya çalışıyorlar. Bu süreç de onlar için yıkıcı ve zor bir süreç oluyor. Temel olarak film bu minvalde ilerliyor. Filmin güzel yanı az önce okuduğunuz gibi orijinal ve merak uyandıran bir konuya sahip olması. Ayrıca bu konunun ve hikayenin kurgusu da bence gayet başarılı. Belli bölümlerde hepimizin aşina olduğu tarihi olaylara sıkça atıfta bulunuluyor. Bu atıflarda bildiğimiz gerçeklik ve tarih algısını bizlere sorgulatmayı başarıyor. Bu yüzden hikayenin kuvvetli bir metne sahip olduğunu düşünüyorum. Ayrıca filmin mekan seçimi de iyi ayarlanmış. Aynı 12 Angry Man’deki gibi kapalı ve karanlık bir oda tercih edilmiş ve mekan sayesinde gerilim sahnelerde hissettirilmiş. Ancak bu güzel yanların yanı sıra filmin 2 temel handikabı var: İlki görüntü kalitesi ve kullanılan ışıklandırma. İkisi de cidden o kadar kötü ki filmin izlenebilirliğine dahi etki ediyor bu durum. İkincisi ise bence filmin en büyük sorunu olan oyuncu performansları. Bakın, ben normalde oyunculuklara çok takılan bir tip değilim. Oyuncular hikayeyi makul bir düzeyde aktarabiliyorlarsa benim için sorun yoktur. Ama bu filmde o kadar kötü oyunculuklar görüyoruz ki beni bile çileden çıkardı. Kötü olmaktan ziyade çok çiğ hissettiriyor oyunculuklar. Oyuncular benimsemedikleri, özümsemedikleri karakterleri oynuyorlar gibi hissettiriyor. Sonuç olarak hikaye kurgusu kuvvetli ve sorgulayan bir film olmasının beraberinde izlenilebilirliği düşük bir film. Eğer açtığınızda kendinizi 15-20 dakikada hikayeye kaptırabilirseniz izlemenizi tavsiye ederim.

 

Sıradaki filmimiz Scott Pilgrim vs The World. Filmimiz Scott Pilgrim isimli loser, ucube ancak bir yandan da sempatik karakterimizin kasabadaki yeni kıza aşık olmasını ve sonrasında da kızın yedi şeytani eski sevgilisiyle düello yapmak zorunda kalmasını konu alıyor. Farkındayım kulağa baya saçma hatta ucubece geliyor. Zaten de öyle ama asıl olay filmi yapanlar da bunun farkında ve film gücünü buradan alıyor. ‘’Madem böyle ucube bir evren yaratıyoruz o zaman bunu da hakkıyla yapalım’’ diyorlar bu sayede de ucube havayı filmin her noktasında ustalıkla kullanıyorlar. Bunu en güzel kullandıkları yer ise bence görsel efektleri. Görsel efekt deyince öyle Marvel, Dune gibi koca koca CGIlar düşünmeyin sakın; daha küçük çaplı, çizgi roman tadında çizimler ki zaten film bir çizgi roman uyarlaması, bunu da not düşmüş olalım. Bunların yanı sıra filmin kurgusu da bir garip. İyi bir gariplik tabii bu. Filmin sahne geçişleri bir ara o kadar hızlı ve akıcıydı ki Tiktok’ta kaydırıyormuş hissiyatı yaşadım. Tam o noktada filmi durdurup filmin yapım yılını kontrol ettim çünkü bu hızlı geçiş yapısının insanların son dönemde azalan dikkat süresinden faydalanıp onların filme dalmalarını sağlamak için yapıldığını ve bunu yaparken de sosyal medyadan esinlendiklerini düşünmüştüm ama yanılmışım. Çünkü film 2010 yapımı, o yıllarda sosyal medyanın bu kadar akıcılık odaklı olmadığını hatta şu ankine kıyasla sosyal medya diye bir şeyin neredeyse olmadığını düşünürsek büyük ihtimalle böyle bir esinlenme süreci yoktur. Ama kabul edin iyi bir tahmindi. Filme dönecek olursak filmin bir diğer güzel yanı ise bir atari oyununu baz alan hikaye yapısıydı aslında. Bu kadar koşuşturmacalı bir hikayede akışı kaçırmamız için yapılmış iyi bir numara bence bu seçim. Son olarak filmin belki de en beğendiğim noktalarından biri müzikleri. Bakın arkadaşlar ben dinlediği şarkıların yüzde 70-80’ini falan izlediği filmlerden çalan bir adamım. İzlediğim filmler benim için bir yandan da yeni müzik radarı gibi bir şey, bu yüzden müzik olayı çok önemli bir kriter. Bu film ise bize ‘’2000’ler garage rock band’’ tarzında eğlenceli, muzip parçalar sunuyor. Filmi izledikten sonra bu şarkılar birkaç hafta kulaklığımdan eksik olmadı, bunu da belirtmiş olayım. Filmimizdeki müzik grubumuz Sex-Bob-Omb’dan ufak bir alıntıyla bu kısmı sonlandırmak istiyorum. “We are Sex Bob-Omb and we are here to make you think about death and get sad and stuff!”

 

Bu güzel alıntıdan sonra sıradaki filmimiz Goodbye Lenin ile değerlendirmemize devam ediyoruz. Filmimiz 1989 yılında yani Berlin duvarının yıkılıp Doğu Almanya’nın kapitalizmle ve onun nimetleriyle tanışmaya yeni başladığı zamanlarda geçiyor. O dönem içerisindeki bir anne-oğul hikayesi olan filmimiz, içerisinde fazlasıyla dönemin politik olaylarını ve dönemin yaşanışını da barındırıyor aslında. Anne-oğul filmi demiştik; oraya geri dönelim çünkü konumuz bununla ilgili. Anne karakterimiz Sovyet rejimine ve onun ideolojisine bağlı bir vatandaş hatta parti memuru ve kendisi duvarın yıkılmasından birkaç ay öncesinde Doğu Almanya hala sağ iken bir kaza geçiriyor ve komaya giriyor. Komadan çıkması ise aylar sürüyor ve bu sürede duvar yıkılıp Doğu Berlin’de hayat fazlasıyla değişiyor. Oğlu ise annesinin bu komanın üzerine bir şok daha geçirmesini istemediği için komadan sonra yatalak kalan annesinden bu gerçekleri gizliyor. Filmde oğlunun bu gizleme çabası içerisinde bir odada yarattığı hala yaşayan Doğu Berlin hikayesi üzerine kurulu. Filmi değerlendirmek gerekirse ilk olarak fazlasıyla orijinal bir hikaye. Bu tarz orijinal hikayeler karşımıza o kadar da sık çıkmıyor, bu yüzden bu tip hikayeleri takdir etmişimdir her zaman. Filmin bir diğer güzel yanı ise Sovyetlerin son dönemlerindeki refah eksikliğini, duvarın çöküşünü ve kapitalizmin neden kazandığını basit kesitlerle hikayenin içinde güzel bir şekilde işliyor. Filmin oyunculukları konusunda da “Rush” filminden tanıdığımız Daniel Brühl ağabey ön plana çıkıyor. Eğer 2 saatlik akıp giden, güzel bir hikaye izlemek isterseniz bu film aradığınız şey diyebilirim.

 

Geldik listenin tepelerine, yılın benim için en iyi 2. filmine yani Kaptan Fantastik’e. Bir süre en iyisi miydi diye de düşündürdü ama son kararda yeri ikincilik oldu. Kafamdaki sıralama yazıdan sonra bile günlük olarak değişiyor olabilir, bu yüzden ikisini de birinci gibi düşünseniz bir zararı dokunmaz. İlk olarak isminin dandik bir süper kahraman filmi gibi duyulduğunun farkındayım ama filmde süper kahraman falan yok. Film; dümdüz günümüz evreninde, Amerika’da bir yerlerde geçiyor. Konusu ise evlatlarıyla birlikte ormanda kendi kurdukları yerleşimde yaşayan baba hakkında. Babamız yıllar önce eşiyle birlikte şehirden bunalmış ve Ted Kaczynski usulü beraber dağa yerleşmişler. Dağda doğayla iç içe bir yerleşim alanı kurmuşlar. Burada yaşayıp bol bol da üremişler -5 çocukları falan var- ancak filmin başladığı zamandan bir süre önce anne hastalığından dolayı şehirde bir hastaneye yerleşmiş. Biz de filmin başında çocukların ve babanın ormandaki yaşamlarını, filmin devamında ise çıktıkları bir yolculuğun hikayesini izliyoruz. Filmin en beğendiğim kısmı aslında hikayenin temelinde olan sistem eleştirisi ve sistemi terk edip öze yani doğaya dönme arzusu. Zaten hikaye de dönüp dolaşıp bunun mantıklı ya da etik olup olmadığını tartışıyor kendi içerisinde. Bu tartışmaları her gün kendi içinde yapan ve yılın belli dönemlerinde doğaya yakın lokasyonlara kapanan ben için bu konu, izlenebilecek en iyi konu. Eğer siz de benim gibi düşüncelere ve doğaya kapanma dönemlerine sahipseniz bu film sizin için de en iyisi olabilir. Filmin güzel yaptığı bir diğer şey ise bize güzel bir aile hikayesi anlatıyor olması. Filmin belli kısımlarında çocukların, babalarına yaşadıkları hayat konusunda isyan ediyor oluşu ve kararlara etki etmeleri de bunun güzel bir yansıması oluyor filmde. Son olarak bence insanın özüne ve doğayla bağı üzerine bir çekirdek hikaye anlattığı için bence herkesin izlemesi gereken bir hikaye.

 

Geç oldu güç olmadı. Listemizin birincisine, yılın şampiyonuna sonunda gelmiş bulunmaktayız. Filmimiz çok da bilinmeyen, izlemek için çabalarsanız biraz zor bulabileceğiniz, benim şans eseri başrolünden -Emilia Jones- dolayı görüp konusunu okuduğum ve hoşuma gittiği için 3 ay boyunca belli aralıklarla farklı sitelerde aradığım, sonunda şans eseri çok iyi bir site keşfedince orada bulabildiğim: WİNNER. Filmimiz Reality Winner gibi epik bir isme sahip bir kızı konu alıyor. Kendisi geçtiğimiz yıllarda büyük politik olayların çıkmasına sebep olmuş bir suçlu aslında. Ne kadar suçlu olduğuna hikayeyi izleyince kendiniz karar verirsiniz ama bence “cesur bir devrimci” demek onu daha iyi tanımlıyor. Filmin konusuna ise çok girmeyeceğim çünkü söyleyeceğim her şey spoiler olabilir. Ama tek kelimeyle özetleyecek olsaydım “Amerikan ordu politikalarıyla sıkıntıları olan iyi kalpli ve cesur bir kızın hikayesi” derdim. Filmin güzel yanlarından bahsedecek olursam ilk olarak Reality’nin yolculuğunu ve karakterinin gelişimini izlemek hem keyifliydi hem de hikayenin önemli noktalarında verdiği kararları anlamamız için kıymetliydi. He bir de gerçek bir insanın hikayesine eşlik etmek bence genelde keyiflidir, bu yüzden iyi çekilmiş biyografileri severim, bu da onlardan biriydi. Bunların yanı sıra filmin Amerikan askeri politikalarını eleştirdiğini görmek sonunda hollywood’dan ordu propagandası dışında orduyla ilgili bir şeyler izleyebiliyoruz dedirtti. Son olarak filmin sonunda verdiği dikkat dağıtıcıların ve medya spekülasyonlarının asıl gündemlerimizi 24 saat bile düşündürmeden unutturması mesajı bence filmin yaptığı en kıymetli işti. Bütün bu güzel yanlarının sonucunda birinciliği sonuna kadar hak eden bu filmin değerlendirmesini yapmış olduk.

 

Dolayısıyla bu yılki yıllık film değerlendirmesinin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Buraya kadar inip tüm yazıyı okuduysanız içlerinden birkaç filme göz atarsınız diye düşünüyorum. Eğer filmleri izleyip beğenirseniz yorumlarınızdan beni de haberdar edebilirsiniz. Kendinize iyi bakın!



Paylaşmak Güzeldir: