“Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.”
Sinemanın bir kaçış, saklanış ve kendine varışı barındırdığına tanıklık ediyorum iki aydır. Tanıklık eden de bu deneyimi yaşayan da benim. Tanıklığım süresince fazlaca şiire sardım. Şu sıralar adını hatırlayamadığım ama bir zamanlar art arda dinlediğim şarkılar gibi şiir kıtaları aşeriyorum. İstanbul gibi bir şehirde yaşasam da kaçışım her zaman kalabalıktan olmuyor aksine ben hem kalabalığı hem de yalnızlığı neredeyse eşit derecede seviyorum. Büsbütün farklı alemlerin içerisinde bambaşka hislerin dokunulmazlığında yalnızlığın sis bulutu halinde yaşantımdan geçip gidişine bakıyorum. Hengamesinde İstanbul’un, uzun mu uzun İstiklal Caddesi’nde yürü anam yürü yolları, gör babam gör bir yerleri derken Atlas Sineması’nın kapılarının bana aralanmasıyla ne bileyim işte ben de huzura eriyorum.
Sinema salonları birçok değere layık gördüğüm mekanlardan yalnızca biri. Fikirler, anlam dünyaları ve aşkın hallerini sansürsüzce yansıtmanın bir yolu olarak sinemayı tercih etmiş kimselerle tanışmak yaşama olan iştahımı kabartıyor. Bu iştahı besleyen Othon Cinema, varlığıyla, değerli etkinlikleri, birbirinden farklı seçki ve yönetmen retrospektifleri ile sinemanın cesur, kendine has ve bana yakın tarafları ile hemhal olma şansını bana sunuyor. Othon Cinema ekibi, eylül ve kasım ayında birer adet gösteri programı düzenledi. 22 Kasım günü “Görme Üzerine Metaforlar: Bir Brakhage Retrospektifi” adlı ikinc i gösterim programı olan kısa film seçkisi için ben de Atlas 1948 sinemasına gittim. Şiir seven ben, şiiri izlemenin farklı bir duyu ve boyut olduğuna yeminle hoş bir ben olarak çıktım sinema salonundan.
“Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.”
Tüm siyah kalabalığın içerisinde baştan aşağı kırmızı ben, yerküreye sağlam adımlar atarak onu eziyor hem de birkaç santim havada yürüyordum sanki. Düşünce gücümün, hayal ve arzu dünyamın etkisini koca ekrandan üzerime yansıyan sessiz kısa filmlerde okumanın ve duymanın şaşkınlığı içerisindeyim. Sinema salonundan çıktığımda adeta terapiden çıkmış gibi rahatlamış ve en önemlisi ilhamlanmıştım. Sanki sihirli bir ilham değneği tarafından dürtülmüş cesaret ve farkındalıkla büyülenmiştim.
Stan Brakhage, oldukça üretken biri, deneysel film yapımcısı. Seçki ile beraber 8 yapımını izleme şansı yakalamış olsam da Brakhage, 1952 ile 2003 yılları arasında yaklaşık 400 film ve sekiz film eleştirisi ve teorisi kitabı tamamlamış. Brakhage, bazen onun hayatına da dahil olduğumuz çeşitli kesitlerin tekrarından oluşan deneysel filmleriyle sadece bir yönetmen olarak değil ressam ve şair sıfatlarını da taşıyor. Bakmak ile görmenin farkına onun filmlerinde apaçık erişiyorsunuz. 20. yüzyıl deneysel sinemasının en önemli isimlerinden biri olmanın hakkını veren Brakhage, beni Cat’s Cradle adlı filmiyle mest etti. Meditatif bir etkiye sahip olan bu kısa film, sessiz olmasına rağmen gündelik yaşamın gerçekliği ve küçük anlardaki büyük mutlulukları tekrar eden görüntülerle resmen işitmenizi sağlıyor.
“Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdan başka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.”
Cat’s Cradle filmi hızlı bir montaja sahip olsa da yaşanılan o huzurlu sabahın etkisini yine de saatlerce üzerimizde hissetmemize izin veriyor. Filmin kümülatif yapısı sayesinde varılacak yere yaklaştıkça giderek daha da artan heyecanın beraberinde seni neyin beklediğine dair sahip olduğun verilerin sağladığı güvenle tatlı tatlı akışta sürükleniyorsun. Evde tembellik eden, sadece birbirlerinin varlığından zevk alan sevgililerin, rutin işleri yapmanın hatta belki de hiçbir şey yapmamanın oluşturduğu konfor alanın da gündelik yaşam, tüm gerçekliğiyle sunuluyor. Yönetmen bu gerçeklikle yakın, canlı ve güçlü bir dinamizm yaratıyor. Görüntülerin tekrarı aynı zamanda sabahın uyuşukluğunu da pekiştiriyor. Derin ve etkileyici bir film olmasının altında yatan sebeplerden biri bu gerçekliğin yanında evde olmanın yani “güvendeyim” hissini izleyiciye taşıyabiliyor olmasından geliyor. Aşkın cinsel olmayan duyusal yanları; hayatın zevkleri, Brakhage’in filmlerinde, görme ve duymanın zevkleri olarak işleniyor. Sahneler de araya giren kedinin hafif adımları, telaşsız hareketleri ile yaşamın ağırlığını iyice hafifletiyor. Bu film, yaşamın küçük anlarda gizlenen bir şey olduğunu kanıtlıyor.
Brakhage’ in filmlerinde görünenin ardındakini hissetmenin etkis biri yaz akşamı meltem rüzgarına eşlik eden şarabın sarhoşluğu gibi… Temel bir hikayesi olmayan bu kısa filmler, çocukluk anılarınıza, ilk aşkınıza, insanlar tarafından adı konulmuş hislerin belki de hayatınızda ilk kez tattığınız günlere ve henüz adı konulmamış iç gıdıklayan hislere seyahat etmenize vesile olabilir. Ama ben ne diyebilirim ki. Her zaman açıklanabilir mi her hissedilen? Duymadan işitmek mümkün belli ki!
Bir diğer sevdiğim film ise “Window Water Baby Moving” oldu. Seçkideki filmlerin çoğunu çok beğendim zaten. Ancak bu filmi herkesin izleyebileceğini düşünmüyorum. Şayet biri sinema salonunda kustu. Merak etmeyin, yanındaki arkadaşına film çıkışı kolonya ikram ettim.
Anlaşılmaz nesnelerle canlı ve sonsuz çeşitlilikte hareketle ve sayısız renk geçişleriyle ışıldayan bir dünya hayal edin. Başlangıçtaki sözden önceki bir dünyayı hayal edin, demiş Brakhage.
Hayal etmenin kaçınılmaz bir arzunun çocuğu olduğunu hatırladım.
“Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her “
*Yazı boyunca eşlik eden mısralar Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı şiirindendir.
**Window Water Baby Moving filmini izleyen benimle fikirlerini paylaşırsa sevinirim.