Burdur anne tarafından memleketim olur. Köyümüz Kayadibi, Salda Gölüne yaklaşık 1-2 km mesafede küçük, sessiz bir köydür. Annesi veya babasının memleketi köy olan pek çok çocuk gibi ben de bayram seyran vakitlerini veya yaz aylarını köyde geçirdim. Burdur’a yol doğup büyüdüğüm Aydın’dan 3 saatti. Bana sorsanız 6 saat gibi hissettirirdi. Küçüksünüz, otobüstesiniz, yapılacak hiçbir şey de yok. Eee sıkıntıdan patlamaktan başka yapacak bir şey olmuyor.
Burdur şehir merkezinde teyzemler oturur. Gittiğimde orada da sıkılırım. Yine küçük bir şehir merkezi, bir esprisi yok. Çok canlı bir yer gibi hissettirmedi hiçbir vakit. Burdur’da teyzemlerde az biraz vakit geçirip daha sonra Yeşilova, ardından da Kayadibi’ne geçerdik. Bu köy daha 2010’larda bile oldukça sessiz, az nüfuslu bir köydü. Sokakta çoluk çocuk olmazdı. Bayramdan bayrama ziyarete gelen gurbetçiler dışında pek bir hareketlilik de olmazdı ama bayramdaki hâli bile ölümsek ölümsektir.
Köye dair en sevdiğim şey, Salda Gölüne 2-3 km mesafede yer almasıydı. Göle doğru inen bozuk yollardan her akşam üzeri günbatımına doğru yürüyüş yapar, sahilde inci rengi kumların üzerinde oturup uzakta silüetleşen dağları seyreder, sonra da köy evine geri geçerdik. Benim için duygu yoğunluğunu en çok hissettiğim anlar da bu anlardır. Göl yürüyüşleri hariç yine tüm güne yayılan bir can sıkıntısı içimi kaplar.
Yıllar oldu köye gitmeyeli. Arada bir Burdur’a uğrayabildim ama o kısa vaktimde de teyzemlerde kaldım.
Ancak toyluğun getirdiği can sıkıntısı artık geride kaldı. Yıllar içerisinde nice yazarları okuduk, nice yerler gezdik. Düşündük, sorguladık, merak ettik.
Böylece 2024’e geldiğimde, tamamen farklı bir zihin yapısıyla gördüğüm geçtiğim yolları tekrar geçme isteği bünyemde oluştu. Eskiden izlediğin filmleri tekrar seyredip ilk izlediğinde fark etmediğin anlara dikkat kesilir gibi geçtiğim yerlerin her anını zihnimde not etmeye çalışıyorum. Bunu ikinciye yapışım Burdur’da oldu.
Burdur şehrine dair 2010’da edindiğim izlenimim pek değişmedi açıkçası. Ancak il merkezlerini keşfetmekten çok, kıyıda köşede kalmış kültür varlıklarını, doğayı, ören yerlerini keşfetmek daha cezbedici geliyor zaten. Yakın zamanda giderek popülerleşen Sagalassos Ören Yerini listeme katmıştım çok öncelerden. Ayrıca mozaiğiyle gündeme gelen, Gölhisar’da bulunan Kibyra Ören Yerini de. Bir de tabii en son nereden baksanız 7-8 sene önce gördüğüm, talana uğramadan önceki Salda Gölünü.
Kurban bayramının arife günü iniyorum Burdur’a. İstanbul’dan otobüsle 10 saatin üzerinde bir çile yolculuğu neticesinde varıyorum akşamleyin. O günü dinlenerek kapatıyorum. Ertesi gün hem dayımları ziyarete hem de köyü görmeye yola çıkıyoruz Kayadibi’ne. Yaklaşık bir saat yol, havada kuru Haziran sıcağı bunaltıyor. Yolda giderken küçükken de çok rahatsız eden bir durum gözüme ilişiyor. Her yerde gördüğüm doğa kıyımının daha da kötü bir hâl alarak hızla devam ettiğini görüyorum.
Burdur’u “Beyaz Ülke” diye nitelendirmemin sebepleri arasında karayolu kenarında görünen, askeri alanın içerisindeki kireç beyazı toprakları, Salda Gölünün inci beyazı kumları var elbette. Ancak Burdur mermer madeni açısından çok zengin bir toprak. Burdur’a bir yetişkin olarak son gidişimde, gördüğüm manzara hem bu küçük ilde yaşan insanlar adına hem de ülkem adına oldukça hüzünlendirdi. Burdur’un neredeyse oyulmadık dağı, düzleşmedik zirvesi kalmamış. Bereketli güney toprakları ile az kuzeyinde başlayan kurak iklimin arasında, gölleriyle zengin bu bölge göz göre göre vahşi kapitalizmin içine atılmış, orada sessizce debeleniyor. Sesini duyan yok. Ona kulak verebilecek yok. Dağların arasında kendi kendine bir yaşam mücadelesi veriyor. Emek sömürüsü, doğa sömürüsü bu topraklarda el ele. Burdur-Gölhisar arasındaki yol bilhassa ümit kıran nitelikte bir sahne. Bazı maden ocaklarının işlemediğini görüyoruz, işi bitmiş artık. Ancak ihya etmek yok – zaten ne kadar edebilirsin ki? Bir zamanlar umarsızca kesilip biçilen dağlar kendi kaderlerine terk edilmiş. Tabii kapitalizmin ulaşamayacağı yer yok. Bu maden sahaları dağların eteklerinde olmuyor her zaman. Kimi zaman çıkılmaz denilen zirvelere tırmanıyorlar. Koca koca iş makinalarına yükseklik, taş toz toprak, eğim demeden çıkıp çıkıp iniyor. Rüzgarın, sellerin, afetlerine nice uzun vakitte şekle şemale soktuğu bu zirveler, tepeler insan eliyle dümdüz ediliyor. Ucube bir şekle bürünüyor.
Biliyorsunuz Salda Gölü yakın zamanda çok meşhur oldu, nice geleni gideni oldu. Ancak bir türlü duyamıyorsunuz Burdur’un içinde bulunduğu üzücü vaziyeti. Zaten Salda’ya da ne olduğu bilginiz dahilinde. Önce tutturdular bir “sosyal tesis” yapacağız diye, dozerlerle girdiler. Üstüne bisiklet yolu geçirdiler kumların üzerinden. Sonra asfaltı da genişlettiler. İnci tanesi kumlar artık yer yer karardı ne yazık ki. Yine de şükür diyelim. En azından bazı yerleri hâlâ kendinde. Köyde artık oteller, kalacak yerler, turizm imkanları artmış. Salda Gölü ilk kez turistik bir yer olmuyor bu arada. 80’li senelerde de oldukça popüler, özellikle yabancı turistler de geçermiş buradan. Fakat Antalya İzmir/Denizli arasında başka bir yol yapılınca burası uzunca bir vakit turizmini kaybetmiş. Pandemi vakti tekrar değerleniyor sosyal medya ve Turizm Bakanlığı duyurularıyla.
Burdur’da bir de ismini aldığı (veya verdiği) Burdur Gölü vardır. Senelerce içerisinde fabrika atıklarından kanalizasyon atıklarına aklınıza ne gelirse boşaltılan bir göl. Göle atık bırakılması çok geç bir vakitte yasaklanıyor bildiğim kadarıyla. Ama iş işten geçmiş. Bu göl bir zehir yuvası. Yosundan görünmez dibi. Metrelerce çekilmiş. Bir zamanlar sahil kenarı olarak ifade edilebilecek yerler 7 – 10 metre yüksekte kalıyor neredeyse. Bir ara çok şiddetli bir rüzgar esintisi olmuştu Burdur’da, sanıyorum Nisan – Mayıs gibi. Göle senelerce organize sanayi atıklarının dökülmesinden ötürü göl tabanında biriken zehirli tortular gölün çekilmesiyle artık açıkta kalıyor, rüzgarla beraber kanserojen tortular şehre taşınıyor.
Torosların İç Anadolu’ya bakan yüzünde, Isparta ile beraber Göller Yöresinin zengin ili Burdur sessiz sedasız tükeniyor.
Burdur ismi aklımıza gelmiyor bile. Salda’yı biliyoruz, Sagalassos’u – oraya da Antalya’dan gidiyor insanlar ekseriyetle, bir de ilgiliyseniz Kibyra’yı. Sagalassos Ağlasun isimli 1000 rakımlı bir beldeye bağlı ören yeri. Ören yerinin sınırları ise Akdağı 1400 metre eteklerinde başlayıp 1800 metrelere kadar tırmanıyor. Antalya sınırında kalan dağlar alabildiğine ormanlık, ova ise yazın gelişiyle yemyeşil. Sagalassos’un yaslandığı Akdağ ise belli bir yere dek orman ancak ören yeri daha çorak, çalı örtüsü içerisinde kalıyor. O kadar yüksektesiniz ki zirveye neredeyse 40-50 metre var. Sagalassos belki de bu kadar uzakta kaldığı için, erişilmesi güç olduğu için epey iyi muhafaza edilmiş bir kent olarak karşımızda bugün. Büyük İskender’in binbir güçlükle fethettiği bu kent, oldukça büyük bir yerleşim yeri. Çift agorası bulunan, büyükçe bir hamam kompleksi ile sayısız caddesini görebildiğiniz bir yerleşim yeri. Ana agora ve çeşmesinin görkemi karşısında ağzınız açık seyrediyorsunuz. Dağlardan akan kaynak suyu, hâlen çeşmelerden akıyor.
Bir diğer ötede, yine bir dağın eteklerinde Kibyra var. Sagalassos kadar büyük değil gibi duruyor. Bir zamanlar aralarından derelerin aktığı vadilerin yüksek düzlük kısımlarında, kurulan bu şehrin en dıkkat çekici noktası Hipodromu ile müzik okulu ve meclis vazifesi gören Odeon yapısı. Odeon’un mozaikleri, yöre halkının sanata düşkünlüğünün timsali gibi parlıyor. İçeride yer alan Medusa mozaiğine bir zamanlar insanlar nasıl basmaya kıydılar, şaşırıyorum.
Burdur gibi bir bölgede bu denli kıymetli yapılar olmaması bana kalırsa daha enteresan olurdu. Bu mermer cenneti Küçük Asya topraklarında Helen kültürünün yeşermemesi imkansız duruyordu. Nitekim arkeolojik çalışmalar kayda değer bir ilerleme kaydetti, Burdur ilinin kimliğine katılacak güzel eserler ortaya çıktı. Ne yazık ki Burdurlular bunu pek sahipleniyor gibi durmuyor. Bir yandan kan ağlıyor bir yandan ilerleyen kazı sahaları Burdur kimliğinin önüne geçiyor, kendi kimliğini yaratıyor.