Konuk Yazar: Elif Karabaş
ütopya: gerçekleşmesi imkansız şekilde tasarlanmış ideal toplum, mükemmel olan.
distopya: baskıcı, otoriter-totaliter toplum, korkunç olan.
ve insan,
insan.
insan: kendi sahnesinin küçük distopya ve ütopyasının tümü: distopya+ütopya.
kendimizden daha küçük yolların içinden umutlarımızın sığmadığı hayallerimizi, zaten bizim olanı, korktuğumuzu, öteyi arzulamaktan dolayı unuttuğumuzu kapsayan distopya ve ütopya. düşlemek için yaratılmış insanların elindeki oyuncak. olmayan(larımızın) diyarı. öyle ki düşlemenin dünya boyutuna düşmüş insanının kendine taktığı en büyük çelme, en hain ihanet öteyi arzulamaktır. çünkü insan, arzusu ve hafızası kapasiteli bir varlıktır.
insan, kapasitesinin yarattığı nüansla dünyada kendine yer bulur. edebiyatı insanın parçası olmaktan kurtarıp yücelten bu nüanstır. edebiyat ve sanat kapasiteden mahrumdur. tanrı’nın ve sonsuzluk zincirinin insan hayatına şekiller, seslerle kazınmış biçimidir. edebiyat ölümü olmayan bir gelişme sürecine yaratılmıştır. onun gidecek pek çok yolu, unutacak çok aşığı, büyütecek pek çocuğu ve anlatacak yıldızlarca masalı vardır. edebiyat yaratırken insan unutur. insan unuttukça efsaneler yazılır ve yaratılır. ne kadar unutursak o kadar düşler, ne kadar düşlersek o kadar körleşiriz. Öyle ya, distopya ve ütopyaları, olmayan diyarı, elinde olanlarla yaratır insan. her yeni imkansızlıkta yeni bir arzunun merhamet bilmez kapısına dolanır.
“insan hayal kurdukça büyür.”
-herhangi biri
insan hayal kurdukça büyür. doğumunun izlerini ve yaşamı zamanın kaderine bulaşmışlığını üzerinden atamayan insan, hayal kurdukça daha da büyür. biz insanın, kendine olan en büyük ikinci ihanetidir bu. insan, büyümeyi ileriye kodlamış bir varlıktır çünkü. dikeye, uzamaya fikirler yaratmış insanın kendine yarattığı körlüklerin en nicesidir bu. biz insan hep daha sonrasına doğru büyür sanırız. büyümek, gelişmektir. uzamak, yukarı gitmek, geldiği yeri daha yukarıdan görmeyi öğrenmektir. vaktiyle körlüğünün bedeli olarak yanlış meyveyi yiyen insanın körlüğünün ikinci perdesidir bu. Ve, Dünya!
oysa insan hayal kurdukça dikey değil yatay bir büyümenin içerisine düşer. büyümek insana bir zehir gibi bulaşır. toprak yerinde duramaz olur, söğütlerin sakinleştirici dalları uzar ve tezat insanı bulur. insan hayal kurdukça, olduğu yerin dibine daha da batarken oradan uzaklaştığını sanar. hareket eden etrafı iken insan hareket edeni kendi sanar. oysa, gitmekte olan yoldur, insan giden değildir. insan hayal kurdukça, ayaklarının nereye bastığını unutur olur. durmak neydi ve stabil insana ne derlerdi?
yol gitmenin daha da çileli bir hale geldiği anlarda insana iyice bulaşır. uzağı düşlemeyi bir kere tatmış olan, yakınının nasıl göründüğünü göremeyecek kadar körleşir. gitmenin bitmediği bir diyar inşa eder kendine. orada kuşlar şarkılardan hallice ötedurur ve gün insanı sevaplarından daha yakın sarar; güneşin altında yaşamı tadan çimen, taş, toprak değildir orada: berekettir. güzellik her yerdedir. ve güzellik, her şeyin parçası olmakla güzelliğini yitirir. insan varlığının biriciklik teorisinin en büyük kanunudur bu. neye ne kadar az ulaşırsak o kadar severiz. bu yüzden yarattığımız ütopyalara pek de gitmeye yeltenmeyiz. kaos’un efendisi insanın, kaostan bıkarak yarattığı bu yaşam ikilemi insanı bu noktada körleştirir. gitmenin içe sinmediği ancak gitmeden de hayatın yaşanmadığı anların ipliğini öreriz kaderimize. görmeyi unutmuş bir varlık yaratır, yalnızca uman bir hayal emici yaratırız. zihnimizin en mahrem kısımlarını kendi yarattığımız hayal emicilerin eşiğinde daha da mükemmel ve daha da korkunç olarak inşa edilen diyarların izinde kaybederiz. ancak insan, hayatın insanı çağırmadığını hatırladığı müddetçe yaşar, hayattan ötesini düşledikçe değil.
“Hayat, yaşamanız gerektiğini size hatırlatmaz.”
-ben
H=Hayat
x=sen yaşamayı bıraksan da zaman akmayı bırakmaz.
H′ = {x | x ∈ E Λ x ∉ H}
bizi kendi kurallarının acıya ve hüzne gebe diyarlarında yaşamaya alıştırmış hayat bölümünü atlatmanın tek ama tek bir kuralı vardır: hayat beklemeyi sevmez. ancak insan düşledikçe gününü ve olduğunu bekletmeyi sever. biz yaşamayı, gülmeyi, günü sevmeyi, pencerelerdeki bülbülleri, beyaz kafuru, baharı sırtlamış papatyayı, aşkı dikenlerinde büyüten gülü selamlamayı bıraksak da kahkahalar nehir olur uzar, günler gecelerle sevişir doğmak bilmez güneşin aşka şahitliğinde, bülbüller yeni bir pencereye konar, beyaz kafur başka bir aşığın geceyi andığı duası olur yanar, papatya baharı özenle yaza teslim ededurur, gül dikeni ucunda seviye uzanan seferler düzenlemeyi bırakmaz. ama insan, en iyiyi ve en kötüyü hayal etme yarışının içinde günün sonunda yatağa kim olarak girdiğini unutur. kapasitesinin ötesine koyduğu her tanım ve netlik bülteninde, onu düşünebilecek hâle getirmiş kapasitesinden bir parçayı kaybeder. insanın büyümesi, olmayanı yakalamaktan değil, olanı tanımaktan geçer. biz ömrümüzün kum saatlerine uzanan ölüme aşık limanlarında gelmeyecek olana, “muhteşem”e ve “kötü”ye, zihnimizin toplum gazisi olmamış son üç parçasından ikisini feda ederiz. Aşk, akıl ve mantık. aşk tutkunun zihnimiz ve kalbimiz arasındaki hâli, umudun dördüncü duvarı kırmış biçimidir. fikirleri yoktur, olabiliriteleri, keşkeleri ve kimseleri vardır. mantık, aşk’ın baba tarafından kuzenidir. kuralları büyür uzar, insanı sarıp sarmalar. rasyoneldir. sebepler ve sonuçlar yağmurunda sebepsiz planları, tutkusuz adımları vardır. biz distopyalarımızın ve ütopyalarımızın arayışında aşkın ve mantığın izini kaybeder, akla mecbur kalırız. ancak akıl, kendi kendine hizmet ve değer üretebilecek bir kapasite sahibi değildir. akıl insanın bedenine sunulmuş bir makinedir. aşkın ve mantığın çocuklarını, mantıklı sebeplerle şekillendirilmiş tutkularımızı, rasyonel fikirlerle yoğurduğumuz heyecanlarımızı ve kalbimizi titretenleri doğurur. ancak insanın ileriyi ve aşağıyı aramaya çıktığı bu yolda akıl, pandomimden başka bir şey değildir.
sözün özü, hayatla savaşmak istemiyorsanız, hayatın sizi hiçbir zaman çağırmayacağını hatırlayın. çünkü mükemmel dünyalarımıza, en iyi üniversitede eğitim alan, erasmus ve çapı aynı anda yapan, paris’te yüksek lisans bitirmiş, babasının hiç gitmediği bir evdeki çocuk olan halimize atfettiğimiz mükemmeliyeti biz insan, ilk olarak kendimizde bulduk. küçük anlarımızda karşımıza çıktı. ilk öpücükte, yıllar sonra üflenen ilk doğum günü mumunun dileğinde, babayı yeniden bulmanın eşiğinde tanıştık onunla ve mükemmel olanla. oysa kendimizden uzaklaşarak idealize ettiğimiz o, uzak diyarların tohumlarını tatmadan nasıl bereket tarlaları hasat eder insan? ruhunu saran korkunç gecelerin, korkuların, kabusların hayatına damlamadığı bir dünyada nasıl korkarız distopya’dan ve nasıl varırız onu yaratmaya? işte, bu yankı odalarımıza komşu balkonlar ve bodrumlar açma maceralarımız özünde bize ait bir şeydir. insanın sahip olduğunu düşledikçe unutmasının, unuttukça haberi olmadan kaybettiğini aramasının hikayesidir.
unutmayın ki, insan kurduğu tüm ütopya ve distopyaların gerçekliğidir. tüm bu evrenlerin anası, tamamı, bütünüdür. bastığınız basamağın var olduğunu unuttukça değil öteyi ararken size ötenin neyi sunduğunu öğreten anılarınıza sahip çıktıkça öteye yaklaşırsınız. insan düşledikçe değil, düşünü kendinde buldukça büyür. büyümeyi isteyin, unutturan körlüğü değil.
miyav, miyav; miyav!
(insan, yarattığı her şeyin temelidir.)
-kedim ve ben, bir ağustos gecesi