Sol elimde mavi bavulum, sağ elimde de pembe bavulum ile İstanbul Havalimanı’nın çıkış koridorunda ilerliyordum. Uzun süredir uğramadığım eski evime gelmiştim. Hâlâ daha eski evim olması çok garip geliyordu, 5 sene olmuştu ayrılalı ancak ne zaman İstanbul’a gelsem sanki en son geldiğimde dondurduğum zaman akmaya başlıyordu. İstanbul’a geldiğimde de İsveç’teki zaman duruyordu. Her ne kadar kocaman 5 sene olsa da 19 yıl İstanbul’da yaşamıştım ve bırakması kesinlikle zordu çünkü ayrılana kadar aynı ilçe, aynı mahalle ve hatta aynı evde yaşamıştım.
Her gelişimde bir şeylerin değişmiş olması aslında zamanın aktığının kanıtıydı ancak arkadaşlarım ve ailemle olan muhabbetim zaman donmuşçasına aynı ilerliyordu. Herkesi çok özlemiştim: Annem, arkadaşlarım… Elbette hepsiyle görüşüyorduk ancak bir kocaman sarılmayla eş değer değildi internetten konuşmalarımız.
Bavullarımla aşağı otopark katına indim, babam bekliyordu beni. Yaya geçidinden karşı kaldırıma geçtiğimde beyaz arabayı görebildim ve yönümü ona doğru çevirdim. Vardığımda, kısa bir kucaklaşmayla bavulları yerleştirdik ve yola koyulduk. Öyle çok sohbet etmedik aslında, klasik “Neler yaptın? Nasıl gidiyor?” sorularıyla konuşmamızı sonlandırdık. Bu sırada yolları izliyordum, öğle vakti inen uçağım ile birlikte ikindiye doğru arabaya ulaşabilmiştim ancak yollarda gördüğüm manzara belki de günün kasvetinden kaynaklıydı. Uzun süredir insanların mutsuz olduğunu bilsem de hiç bu kadar karamsar değildi çevre, sadece bugüne özel bir kasvet olmasını umdum.
Araba evin önüne geldiğinde bagajdan bavullarımı çıkartıp bana teslim etti babam, kısa bir vedalaşma ile eve doğru yola koyuldum. Kapının önünde apartman zilini çalarken bir komşumuz küçük bir tebessümle benim için kapıyı açtı. Teşekkür ederek içeri girdim, 7. kattaki komşularımızın oğlu olmalıydı. Geçen yıl geldiğimde de kendisini görmüştüm, mavi gözleri ışıl ışıldı o zamanlar ancak şimdilerde tüm rengini kaybetmişti. Hastalıklı bir görünümü vardı, üzüldüm.
Asansörle birlikte 5. Kata çıktım ve dairemizin kapısını çaldım. Annem kocaman bir gülümsemeyle kapıyı açtı ve bana sımsıkı sarıldı. İşte en çok özlediğim buydu. Sarılmamızın ardından eşyaları içeri aldım ve annemle sohbet etmeye başladım. Geldiğim için çok mutluydu ancak o ela gözlerinin rengi solmuştu. Hastalıklı bir görünümü vardı, üzüldüm.
Salona girmemle kedim Beyaz’ın beni göz hapsine alması bir oldu. Değişik kediydi, sırnaşacağına trip atmayı tercih ediyordu. Kaçmaması için sakince yanına gittim ve kucakladım, hiç sevmezdi ama ben kendisini sıkıştırarak öpmeye bayılırdım. Doya doya oğlumu öptüm.
Koltuğa oturdum ve annemle sohbet etmeye başladım. Geldiğim için çok mutlu olduğundan bahsediyordu ancak en sonunda “Keşke bu zamanda gelmeseydin.” diye bir ekleme yaptı. Nedenini sorduğumda ise herkesin çok mutsuz olduğunu, şehirde hastalıkların başladığını ve en azından birkaç yıl gelmememin daha sağlıklı olacağından bahsetti. 1 senede nelerin değişmiş olacağını merak ettim ve tekrardan nedenini sordum. Bana, çıktığımda anlayacağımı söyledi.
Güzel bir akşam yemeğinin ardından en yakın arkadaşlarımla buluşmak amacıyla dışarı çıktım. Çocukluğumun geçtiği tüm bu sokaklarda anılarım vardı: İlk flörtüm, ilk üzüntüm, dostlarımla kahkahalarım, ağlamalarım… Her biri bu sokaklardaydı ve geçtikçe zihnimde canlanıyordu. Genel olarak güvenli bir bölgede yaşıyorduk dolayısıyla çok büyük bir değişiklik sezmedim ve annemin dediklerine anlam veremedim.
Arkadaşlarımla sözleştiğimiz kafeye varabilmek için ara sokaklardan birine girdim, burada hep su ve mama kapları olurdu. Hatta bir gün arkadaşlarımla buluşmadan dönerken, bir abla arabasıyla yanımda durmuş ve benden kaptaki suyu boşaltmamı rica etmişti. Kirlenmiş suları temiziyle değiştirmek için arabasıyla yola koyulmuştu, çok tatlıydı. Normalde olması gereken kapların yerini tamamen çöpler doldurmuştu, yoldan ilerlerken burnumu kapatmak zorunda bile kalmıştım. Üzücüydü.
Sonunda kafeye vardığımda beni bekleyen 5 arkadaşımı gördüm, hepsine kocaman sarıldım. Beni gördükleri için mutluydular, aynı benim gibi. Ancak gözlerinin rengi kaybolmuştu. Hastalıklı bir görünümleri vardı, üzüldüm.
Uzunca bir sohbetin ve bolca özlem gidermenin sonunda ayrılmak üzere yola koyulduk. Önce evi yakın olan kız arkadaşımızı bırakmak için yürümeye karar verdik. Yolda kahkahalarımızın sesi yankılanıyordu, aynı eski günlerdeki gibi.
Tüm bu kahkahaların yanı sıra dikkatimi çeken en büyük nokta ise sokaklarda hiçbir mama kabının kalmaması oldu, üstelemedim ancak kapların kaldırılmış olduğu her sokağın kokusu burnumun direğini sızlatıyordu. Böyle pis bir koku olamazdı, sanırsınız Paris’e gelmiştim.
Arkadaşımızı bıraktıktan sonra sıra bana gelmişti, yolumuzu çevirdik ve sohbete devam ettik. İsveç’te de çok güzel arkadaşlarım vardı ancak buradakiler benim dostumdu, anlamıştım. Birlikte her derdi atlatmıştık, bundan sonrası da ömürlük olmuştu. Böyle dostlara sahip olduğum için çok şanslıydım.
Apartmanın kapısına geldiğimde her birinin rengi solmuş gözlerine baktım ve sarıldım, daha İstanbul’daydım ancak çok özlemiştim onları. Sevgi gösterisinden kaçmaya gerek yoktu. Birbirimize güzel dileklerimizi iletmemizin ardından farklı yönlere ilerledik.
Asansöre girdim ve 5. kata bastım, yavaştan yorgunluk üzerime çökmüştü. Asansörün aynasından kendime baktım. Saçlarım dağılmıştı, düzelttim. Gözlerim dikkatimi çekti, benim de rengim solmaya başlamıştı. Capcanlı kahverengi gözlerimdeki ruh kendini geri çekmişti sanki. Korktum. Ben de hastalıklı görünmek istemiyordum, neyimi almışlardı da benden 1 günde rengimi kaybetmiştim? 5. kata gelene kadar düşündüm, eve girdim ve koltuğa oturdum. Yine düşündüm. Kedim Beyaz kucağıma geldi, biraz daha canlanmış hissettim. Beyaz’ı yere indirdim ve hızlıca yerimden kalkarak ilerledim. Aynaya baktım, gözlerim canlanmıştı. Koridorun girişinde duran Beyaz’a baktım ve tekrardan aynaya döndüm. İşte o anda tüm bu renklerin solmasının nedenini anladım.
Birileri sokakların masum ruhlarını çalmıştı ama sokakların ruhu tüm insanların rengiydi.