Konuk Yazar : Yiğit Safa Gün
8-10 yaşlarındaydım sanırım. Bir akşam vakti kuzenlerimleydim. Büyük ihtimalle oyun oynuyorduk -O yaşlardaki çocuklar başka ne yapar ki zaten-. Büyük kuzenimi hatırlıyorum o bizle oynamazdı çoğu zaman. Bizden 4 yaş büyüktü sonuçta neden oynasın ki. Koskoca 4 yaş diyorum. Bizim odayı işgal etmiş olmamız işini bozmuş olacak herhalde ki bizi de dahil etti film izleme planına ve ”Hadi sinema saati yapalım.” dedi. Bu cümleye yabancı değildim zira 3-4 yaşlarımdan beri annemin bazı akşamlar ışıkları kapatıp patlattığı mısırları gazete kağıdından külahlara koyup bize verdiği ve tüplü televizyonumuzdan Kaşağı’yı izlediğimiz günlerde de annem tam olarak bu cümleyi kullanırdı. Büyük kuzenim de o akşam, bu tanıdık cümleyi kurup ışıkları kapatıp hepimize bir yer tayin ettikten sonra bir film açtı. Devam eden yıllarda onlarca kez izleyeceğim o filmi ”Çelik Yumruklar”…
Çelik Yumruklar bir boks filmi ama gelecekte boksu insanlardan 2-3 kat büyük ve insanlar tarafından yönlendirilen robotların yaptığı bir dünyada geçiyor. Aynı zamanda benim en sevdiğim film ve bunun birçok sebebi var. Tabi bu sebeplerin bazıları da çocukken izleyip çok sevmiş olmam, sürekli denk gelmem, spor filmlerine özel bir ilgim olması gibi şahsi sebepler aslında… Ancak bugün bu yazıda filmi değerlendirip şahsi olmayan ve daha elle tutulur sebeplerden dolayı neden çok güzel bir film olduğundan 3 başlıkta bahsedeceğim.
İkna Edebilen Bir Underdog Hikâyesi
Underdog anlatısı aslında hepimizin alışık olduğu çok tanıdık ve klişe bir anlatı yapısı zira sadece Hollywood değil Antik Yunan’dan beri hikâyelerde bize satılan bir anlatı türü. Bu klişeleşmeden dolayı kullanımı da gün geçtikçe zorlaşıyor çünkü bir underdog hikâyesi görmeye çok alıştık. Bu alışkanlığa rağmen anlatıyı kabul edilebilecek hâle getirebilecek ve kendi türünün kıymetlileri arasına alabilecek bir durum var ki o da favori olmayanın kazanabileceğine süreç boyunca gerçekten ikna edilebilmemiz. Filmde de bunu bence fazlasıyla görüyoruz. Gördüğümüz noktalardan ilki sürekli bariz bir şekilde Atom’un bir antrenman robotu olduğundan bahsedilmesi. Antrenman robotu olması sürekli dayak yemesi için tasarlandığı bu yüzden de ne kadar dayak yerse yesin ayağa kalkabileceği anlamına geliyor bizim için ve bu da aslında o kadar yıpranmaya rağmen ayakta kalabilmesini açıklıyor bize. Bir diğer nokta ise Charlie karakterimizin eski bir boksör olmasının bize film içinde bir ara söyleniyor olması -Çehov’un tüfeğini bariz bir şekilde görmüş oluyoruz bu noktada- ve final dövüşünde de kendisini gerçek bir boksör olarak robotla bütünleşmiş bir şekilde dövüşürken görmemiz. Peki ama bu durum neden meşruluk katıyor underdogun gelişimine derseniz: Bu adam dövüşün içinden geliyor olayın bütün çekirdeğine hâkim bir tecrübe bir hafıza yatıyor aslında. Karşısındaki adamlar ise joystickten oyun oynayan adamlardan farksız kalıyor onun bu durumu sayesinde. Son noktamız ise ne olursa olsun Atom’un dövüşü kazanamamış olması. Underdogumuz ne kadar gelişirse gelişsin maçtan gerçekçi bir sonuçla sportif anlamda mağlup ayrılıyor. Kazanılan zafer ise aslında bir imaj zaferi oluyor ki bu çoğu zaman sporda daha önemli bile kabul edebilir çünkü bu gibi durumlar bir hikâye yaratır ve spor fanları hikâyelere bayılır.
Bir Baba Oğul Hikâyesi Olması
Tam da kaldığımız yerden yani final dövüşünün kaybedildiği noktadan devam edeceğim. Bence dövüşün kaybedilmesinin sebeplerinden bazıları yukarıda anlattıklarım olsa da onlardan çok daha önemli bir başka nedeni var. Bu da aslına hikâyenin bir baba-oğul hikâyesi olduğunu vermek çünkü filmin asıl zaferi dövüşü kazanmak değildi. Filmin zaferi baştan beri izlediğimiz problemli ilerleyen baba-oğul hikâyesini mutlu bitirebilmekti. Bunu da daha final dövüşü başlamadan Charlie’nin, Max’i teyzesinden alarak ona babalık yapmayı kabul etmesiyle elde etti filmimiz. Son durumu bir zafer olarak nitelendirebilme sebebimiz ise Charlie’nin filmin başından itibaren bir oğlu olduğunu kabullenmemesi ve ona babalık yapmamasıydı ama zamanla aralarındaki bağın geliştiğini gördükçe hikâyemiz de zaferine yaklaşıyordu. Baba-oğul ilişkilerine dönecek olursak filmde bir yandan babalık içgüdüsünü kazanabilmenin zorlu yolculuğuna da şahit oluyoruz Charlie üzerinden. Karışık ve dağınık bir yolculuk izliyoruz bu açıdan ancak zaten baba oğul ilişkileri de biraz öyledir sanki.
Yolculuk Yapısı ve Film Estetiği
Yolculuk diyorduk en son karakter yolculuğundan bahsettik ama film aynı zamanda gerçek anlamda da bir yol hikâyesi. Filmin büyük bir kısmı yollarda bir tırla ve molalarda gördüklerimizle geçiyor. Tır demişken nasıl bir araç buldularsa mükemmel bir estetik katmış bence filme. Öyle güzel sekanslar almışlar ki tırın yol görüntülerinden cidden mest olmamak elde değil. He bir de kim sevmez ki yolculuk hikâyelerini.
Yolculuk demişken bana sinema yolculuğumda emeği olan iki insana teşekkür etmek istiyorum zira bu yazı benim için bol anlam içeren bir film yorumu yazısı oldu. İlk teşekkürüm çocukluğumda ışıkları kapatıp mısır külahlarıyla bize film izleten anneme. Büyük ihtimalle çocukken bunları yaşamamış olsaydım bu konuya bu kadar da ilgi duymayacaktım. Diğer teşekkürüm ise geçtiğimiz hafta benimle bir kez daha bu filmi izleyip yazıyı yazmama sebep olan babama.