Konuk Yazar : Beyzanur Cancer
Tutku denince insanın aklında nedense heyecan verici etkinlikler, renkler, hobiler, yaşam sevinci canlanır. En azından bende çağrıştırdığı şey bu. Ama birazcık düşününce ve başta kendim olmak üzere insanları incelediğimde, tutkularımızın en acı zamanlarımızda ortaya çıktığını fark ettim. Şu günlerde Yaşar Kemal’in “Sarı Sıcak” adlı kitabını okuyorum ve bir cümle çok dikkatimi çekti. “Alnının kırışıklıklarını da çamur doldurmuştu.”. Okuduğumda tüylerimi diken diken eden bir cümle oldu. Kitabı bir cümleyle anlat deseler bu cümleyi kullanırdım. Dışarıdan bakınca düz bir betimleme cümlesi gibi gözükebilir ancak kitapta anlatılan Adana ve çevre illerinde pamuk tarlalarında çalışanların hayatlarının zorluğu, o sıcak altında verdikleri tüm emek, çaba ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Tarlada çalışan bir kişinin alnının kırışıklıklarını çamur doldurduğunu yazmak için o pamuk tarlasında alnımızın kırışıklıklarına çamur dolması şart. Arka planda görmediğimiz şey ise sanat dediğimiz olgunun, Yaşar Kemal’in acılarının ellerinden çıkmasıdır.
Tutkuyu, çektiğimiz acılar sonucunda taşan duygularımız olarak nitelendiriyorum. Tutkusu yazmak olan biri nasıl heyecanlanmadan yazabilir? Sırtımdan soğuk terler inmiyorsa bu tutku mudur? Genelde soğuk soğuk terlemeyi korktuğumuz zamanlar için kullanırız. Ben de bu yüzden bu cümleyi kullandım. Tutku korkutucudur. Beklenmediktir. Dedim ya; tutku, taşan duygularımızın bir yansıması diye.
Üstümdeki titreme soğuktan mı yoksa heyecandan mı anlayamadığım için bugün bir hırka giyindim. Sahi üstümdeki bu titreme sıcaktan mı yoksa heyecandan mı? Duyguların soğuk pınarlardan çığlık atarcasına akması beni korkutuyor. Yapabileceklerimi düşünmekten korkuyorum. Belki de titrememin sebebi yapabileceklerimi yapmamam için kendimi sıkı sıkıya bağladığım canımı yakan hasır iplerdendir. Tutku böyle bir şey sanırım. Korkutucu. İpleri de sevmiyor değilim aslında, belki de hoşuma gidiyordur. Belki de iplerden kurtulma çabamız çıkarıyordur tutkuyu ortaya. Bu yüzden ipleri de kabulleniyoruzdur. Acılarımızı kabullendiğimiz gibi.
Küçücük bir duygunun bedenimizi bu kadar esir alması bana çok acınası geliyor. Ne kadar da aciz varlıklarız aslında. Tutkunun sihri de buradan geliyor olsa gerek. Yeri geldiğinde çoğu duygumuza hükmedebiliyoruz. Ya tutkularımıza? Hükmedilmesi en zor şey tutkularımız sanırım. Açığa çıkmak için, var olmak için iplerin derimizi yırtmasına ses etmediğimiz tutkularımız.
İplerin battığı yerlerdeki kızarıklıklar hızlı ve dinamik duyguların cezası gibi duruyorlar. Düşünmeden konuşmak gibi. Heyecanı nasıl atacağımızı bilemeyip sabırsızca bir şeyler karalamak gibi. Ve tam da bu anda sanat var oluyor. Aşıklar kavuşsaydı, hayallere ulaşılsaydı, hep yaz olsaydı Genç Werther’in Acıları’nı okuyabilir, Ay Işığı Sonatı’nı dinleyebilir miydik? Buradan şunu anlıyorum ki tutku kavuşmak isteği değil, kavuşamayacağını bilerek aşktan vazgeçmemek. Yazın gelmeyeceğini bildiğin hâlde sıcaklığını yüreğinde hissetmek.
Bazı sözler hiç söylenememişse ya da orada yarım kalan bir şeyler varsa işte tutku, böyle bir hikâyeden geriye kalan boşluğu doldurur. Çok koşup susuz kaldığımız bir andaki su bulma çabası, bir uçurumdan aşağı bağırdığımızda içimizde hiç var olmak istemiyormuş gibi dışarıya çıkan sesimiz, tutkularımızın farklı yansımaları. Yunus Emre’nin Sitare’den geçip Güneşe yönelmesi misali.* Ne yapmalı? Nereye alıp koymalı bu duyguları? Büsbütün atıp kurtulmalı ve sakin bir yaşam mı sürmeli? Yoksa tutkunun bizi yormasına izin vererek hızlı kalp atışlarına hiç dur dememek mi gerek? Tutkularımız için her şeyden vazgeçmeyi göze almak delilik midir?
Şarkıda da dediği gibi “Deli diyorlar bana/ Desinler değişemem”.
*Yunus Emre’nin eşi Elif’e Yunus Emre Sitare diye seslenir. Sitare, Farsça’da “yıldız” anlamına gelir. Bu; beşeri aşkın, Allah aşkına dönüşmesinin bir temsilidir.
Minnak bir not: Yazın hayatıma bu yazıyla giriş yapıyorum. Dergimizin yayınlandığı tarih yani 3 Şubat benim doğum günüm. Sanırım böyle bir denk gelişten daha güzel bir hediye alamazdım 🙂 Keyifli okumalar.