Riga’ya geldiğinizde belki hiç, belki de çok sonradan fark edeceğiniz o kahve otomatlarından bahsetmek istiyorum. Nedense benim ilk ilgimi çeken ve en garip bulduğum bu kahve otomatları, bir hayaleti andırırcasına görünmez ancak sokaktaki bir esriğin kahramanı olacak kadar da hissedilir etkiye sahip.
Letonya’nın her bir köşesine dağılmış, -30’ları gören bu ülkenin belki de en ilginç bulduğum o otomatlarına baktığımda zihnimde çağırışımlar koşuşturmaya başlıyor adeta. Bir sokağın köşesine iliştirilmiş ya da Daugava Nehri’nin ayırmış olduğu koca kıta parçalarını ve oradaki her bir rengi birleştiren köprülerin girişine, nehri izlemek için yapılmış kordonun ortasına konulmuş tek başına; asaletiyle ve cesaretiyle dikilen o elektronik yapı, kahve otomatı.
Aslında Türk kahvesi dışında kahveleri de pek sevmem biliyor musunuz? Ben daha çok çay insanıyımdır, yumuşak ve rahatlatıcı olanlardan. Kahve ise sert bir duvar gibi hissettirir ki her gün sert bir duvara çarpmak istemeyen benliğim kahveden olabildiğince uzak durur. Türk kahvesi ise bir istisnadır, gerek içimi gerek kültürü olsun tamamıyla sevmiş olduğum bir kahvedir. Öylesine bir kahvedir ki Türk kahvesi, yeri geldiğinde yeni dostluklar doğurur yeri geldiğinde de hayal gücünü şekillendirir. Hatta öyle bir noktaya gelmiştir ki günümüzde Türk kahvesi, bazılarımızın hayatını da şekillendirir olmuştur. İyisiyle kötüsüyle; çok tatlısıyla, sadesiyle gönlümün baş köşesine yerleşmiş tek kahve türüdür.
Sahi, geleceğimizi ve şimdimizi şekillendiren bu kahvenin, Türk kahvesinin, hiç geçmişine baktık mı?
“Yıllar yıllar önce, olağanüstü bir masal ülkesinde, kahve tanesi adında küçük ve sıradan bir tohum yaşardı. Bu tohum, başka yerlerde olsa da özü aynıydı; ta ki Anadolu topraklarına ulaşıncaya kadar!
Bu olağanüstü masal ülkesinde günlerden bir gün, kahve tanesi cesur bir keşişin eline geçer. Keşiş, kahve tohumunu dikkatle inceleyerek tanenin sıradan olmadığını fark eder ve ona doğanın bütün sırlarını öğretmeye karar verir. Doğanın sesini dinleyen kahve tanesi, toprağın besleyici dokunuşu ve sıcak güneşin kucaklayıcı ışığıyla büyümeye ve özünün renklerini keşfetmeye başlar.
Bir gün keşiş, renklerini henüz keşfeden bu özel taneyi toplayıp bir kaba koyar. Ardından ateşin üzerine koyup kavurmaya başlar, henüz renklerini keşfeden kahve özü şaşkınlığa düşer çünkü ateşin etkisiyle renklerini kaybetmeye başlar. Yaratılışın ve olağanüstülüğün minik bir bedeli olduğunun farkında olan keşiş, sabırla kahve tanesinin keşfini bekler. Uzun bir bekleyişin ardından keşiş, olağanüstü bir yaratılışa şahit olduğunu fark eder. Kabın içindeki tanenin cümbüşü, ortaya çıkan kokusu ve tadı ile insanların yüreklerini dolduracak bu kahve tanesi özünü keşfetmenin olgunluğuna erişir. İşte bu keşif, Türk kahvesinin doğuşu olarak kayıtlara geçer!
Hikâye, bu tohumun bir zamanlar olağan bir çekirdekken, Anadolu’nun topraklarında keşişin bilgeliği ve sevgisiyle nasıl büyüdüğünü anlatır. Türk kahvesi, bu toprakların gizli incisidir ve her yudumda o efsanevi masalın bir parçasıdır.”
Yıllar önce topraklarımıza getirilen ve tüm dünyanın kahve anlayışını değiştiren bu kahvenin geçmişini bir de günümüzün yeni sanat aracı olabilecek yapay zekadan okuyalım istedim. Böylesine güzel bir geçmişi olan kahvenin şimdisinin de namına yaraşır olduğuna emin olarak içmek gerçekten de çok önemli. Letonya’daki kahve otomatları bu namı taşıyamayacak olsalar bile, -30 derecede ayakta kalan o makineleri, yalnızlığıyla dimdik duran o otomatları da çok seviyorum.
Umuyorum ki gelecekte hepimiz, yalnızlığa ya da soğuğa rağmen içleri ısıtan bir noktaya ulaşırız, aynı Riga’daki kahve otomatları gibi.
Kaynak:
ChatGPT- “Bana Türk kahvesinin tarihçesini eğlenceli bir şekilde hikâyeleştirerek anlatır mısın?”