Konuk Yazar: Oytun Efe Kuru
Kıyam edene ve ettirene…
Erginleyen tapınakların bağrı geniş avlularında
sus işareti yapan ketumluk heykellerinin,
Her ihtiyar ve solgun yüzün yazgısına
Bir merhem bakışla
karanlık bahtlarının kördüğümlerini çözdüren iç görülerin,
Ulu ruhların,
ürkek taşra hayvanlarının,
kanı kaynadıkça güçle çarpan küheylan kalplerin,
genç gövdeler içinde sakin,
İnsan dölü, ya da başka,
belki de cevhersiz, cevahirsiz
Çilleri olanları belki, uzun saçakları olan
bir diğer gardiyan melekler gibi,
Asildir işte, evren içre ürperişleri,
Tanrının o malul sonesinin aziz satırlarını duyuşlarında,
Yaklaşan kıvılcımların iç boşluklarına doğru
bir tatlı heyecanla kulak kesilişleri,
Göz karartışları, gelmekte olan mucizenin
akıp giden uhrevi simalarına,
Mutmain oluşları,
evrensel amfitiyatroların vuslat anlarına,
Asildir işte, en başından esefle emrolunduğu gibi.
Sura vakti geldiğinde,
Varoluşu incelemişti bu asillerin her biri
ve,
Hiçbir ayrım göremediler,
Yaratılışın titrek ezgisi ile
eskatoloji şarkıları arasında,
Dönen akışkan çarklara,
su sağan kerpiçten göl dolaplarına,
Başlangıç ya da sonun,
lilamsı çizgileri biçilemezdi,
Bunu gördüler,
Gözler açılırsa misal, yeni doğanca,
sakınılmazsa o delici bakışları
umarsız yüzlerimizden,
Cihan bahçelerinde
duru ve özü gür manalar göveriverirdi,
Varlık dile gelir,
lisan yeniden doğumlarla örülür ve yaşardı,
gençleşerek marifetullahı.
Şekiller ve boyutlar,
Bulutlardaki kapılar da,
açılırdı delimsirek ferahlıklara,
Belkıslar dolanırdı,
galaksilerin gök taşı kokan buklemsi halkalarına,
Islanırdı sonsuzluk,
Ölümsüz sam yelilerin uğullarıyla,
Bilinç denilen de tüm tözlerimizin,
Her zamanki tadı ve lezzetiyle,
Maviliklerin kızıydı,
Sevişirdi toprağın kızıllığıyla.
Göz kapanır olsaydı eğer,
Tüm dingin nehirler
şerefli okyanuslarla melezlenirdi,
Soğuk nefesler,
yüzleri sırlardı
bir demircinin bir şamanı
gözden ırakça yontuşu gibi,
İskeletlerimizi yansıtan tüm aynalar da
petekli ballarla cilalanırdı,
Ve yok olurdu masalsı gecelerde
ay dedenin çocukluk zamanları!
Bekaretini yitirirdi güneş,
Hem estetik olanların enginliği,
Akislenirdi
derinleşmiş egoların şen yaş almışlıklarıyla.
Gördüler onlar,
Bütün bunları
yukarının melekelileri ve seçilmişlerinin yönettiğini.
Cennet ve cehennem,
hepsi çılgınlık işiydi!
Ayinelerinin hepsi yekten ustalık eseriydi,
Bittiği yerden yeniden başlayıverirdi her şey,
Hepsini gördüler,
Ama,
Ömrü bu denli törpüleyen her döngü,
hayatın deruni asaleti karşısında,
Nasıl bir kadim taca sahip olabilirdi ki?
O taç belki yemyeşil ve kırılgan,
Ya da, el değmemiş ve bakirdi.
Ama belli ki bitimsiz değildi dokunduğu kumaşı,
Gördüler işte,
duman olup giderdi bütün bunlar,
Ve elbet vardı,
bir görünmezin ellerinden tutup
gidişlerine eşlik edişi,
İşlerini de iyi bilirdi o,
Işık içinde gelir,
kerem dudaklarla öperdi
doğa ananın altın oranlı rehber nehirlerini,
kristal nur ya da yağmurlu şeraredendi gözleri,
Kutsal sütün deha sahibi kan kardeşiydi,
Kimseler bilmezdi onu,
ama,
O iyi bilirdi,
kimin için söylerdi bu evren,
asırlanmış utkulu türküsünü,
Ve hangi ulu kapılar ardındaydı,
Mutlaklaşmış kehanetlerin körpe evlatları,
Gördüler bir anda, varoluşları bir yokuştu,
İnip çıkmak onu, gaybı tavaf edişti,
Sustular, günler teker teker sönerken,
ve
Kutsal sessizliğe
sıcacık akıtılan kurban kanlarının
tüten dumanları eşlik ettiğinde.
Zihinlerinin tüm bebeksi uykusu,
Döngeller içindi,
Ve gecede,
rüyaların çağıldayışıyla uyananlar
artık ipeksi birer dirhemdi,
Onun ellerinden tutanlar,
Çocuk olanlar,
İnsanın iğdiş edilmiş güdülerini reddedenler,
Islık çalanlar delice seherlerde,
Göğün feleklerini gözlerinde ışıyanlar,
Hep bir ağızdan, giderlerdi bilinmeze.
Ve gidişleri de,
zamanın soyutluğuna gem vururcasına
sadece şehrengizdi.
Bir mucizeydi işte bu,
Unutulmuş eski püskü bir mitti,
Ve işte bu yaşlı mücevherin üstünü,
Ehil olmayan ruhların
amansız ıstıraplarından koruyan,
Onu,
tarihe ve hadiselere tümden direngen kılan,
Soyut halkalara gömülü goblen sicimlerle
kundaklayan her gözü pek bilge,
Feda edilmiş ömürlerinin
kutsanmış donuk anılarının doruğunda,
Artık dolaysızca isimsizdi…